Nurdan Haber

Ankara’nın başkent olacağını 100 sene önce haber verdi!

Ankara’nın başkent olacağını 100 sene önce haber verdi!
13 Temmuz 2017 - 16:21

Uzun zamandır zihnimizi meşgul eden ve/fakat çözüm bulamadığımız bir konu vardı.

Günün meselelerini, Ayet, Hadis ve Risale-i nur mayası ile yoğurup, muhtaç olan bizim gibi aç insanlara ikram etmek. Zira;

Bu formül ile yoğrulan aş, aç insanlara ekmek, susuzlara su olacaktı.

Bu formül ile yoğrulan zihin, cahile ilim, boş insanlara fikir olacaktı.

Ve bu formül ile yoğrulan ervah, rahat olacaktı, huzur bulacaktı.

Bu formül, insanların saadetine vesile, Ahiretine saadet olacaktı. 

Fakat bunun için hem Kur’an-ı Azimuşşanı anlayan, ve hem de anladığı Kur’anı, sünnet-i seniye ile yaşayan ve vesile-i necat olan Kur’an ve Sünnetin hülasası olan Risale-i nur ile anladığını ve yaşadığını anlatabilen, ihtiyacı olanlara aktarabilen birileri gerekiyordu.

Cenab-ı Allah Acz ve fakrımıza binaen, hulus-i kalb ile istediğimizi, hamdolsun bize ihsan etti.

Ve Nurdanhaber.com ailesinin yazar kadrosuna uzun zamandır tanıdığımız, ilim, maharet, salahat, fazilet, hamiyet ve ihlası ile gönüllerde yer tutan IĞDIR Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı Prof.Dr. Şadi Eren beyefendi de katıldı.

Muhterem Şadi hocamızın bu gün yayınladığımız ilk yazısını okuduğunuz zaman, onun için söylediklerimizin çok eksik kaldığına karar vereceğinizden eminim. Kendilerine “hoş geldiniz” derken, birlikteliğimizin şevkimizi artıracağına inandığımızı ifade sadedinde teşekkürlerimizi sunuyoruz. 

nurdanhaber.com

 

Veliler, Allah’ın sevgili kullarıdır. “Allah dostu” denilen bu insanlar “gelecek bilgisi” açısından sıradan insanlardan farklıdırlar. Evliya menkıbelerini anlatan kitaplar bu farklılığın örnekleriyle doludur. Örnek olarak şu menkıbeye bakalım:

Hayru’n- Nessâc anlatıyor:

“Bir gün evimde otururken ‘Cüneyd-i Bağdadî kapıda durmaktadır’ diye içime bir fikir doğdu. Bu düşünceyi kalbimden attım. Fakat aynı düşünce tekrar içime doğdu. Dışarı çıktım. Baktım ki, Cüneyd kapıda beklemekte… Cüneyd bana dedi: ‘İlk defa hatırladığında neden dışarı çıkmadın?” (Kuşeyri, s. 403)

Velinin kalbine gelen ilham, âdeta özgün bir mors alfabesidir. Bir kısım şeyler o kalbe dikte edilir. O da bunlardan bir kısım manalar çıkarır. “Falan şu anda kapıya geldi” şeklinde söyleyebilir ve söylediği de çıkar. Veya o veli, muhatabın zihninden geçen sorulara birer birer cevap verebilir. Bu mana, halk arasında da yaygın bir kanaat halindedir. “Allah dostu” denilen zatların, insanın içini okuduğunu söylerler.

Bir velinin insanın içinden geçenleri söylemesine şu noktadan bakılabilir: Kalp, etrafa bazı ışınlar neşrettiği gibi, beyin de bazı ışınlar neşreder. Bu ışınlar, insanın içinden geçen düşünceleri etrafa yansıtırlar, ya da, bu ışınlar içten düşüncelere göre dalgalanır, şekillenirler. Tıpkı radyo ve TV dalgaları gibi, bu ışınları da tesbît eden bir göz olursa, karşıdaki insanın düşüncelerini o söylemeden görüp öğrenebilir. İşte, insanda bilkuvve mevcud olan görünmez göz (basîret), bu görünmez ışınları tesbît gücüne sahiptir. Böyle basiret gözü açık olan kimse, karşısındakinin içinden geçen düşünceleri sezebilir, anlayabilir.

Doktorlar, bazı tahlil ve alametlerden hareketle insanın hastalığını ortaya çıkarırlar. “Allah’ın doktorları” hükmünde olan evliyaullahın da, bir insandaki manevî hastalığı, daha o kişi söylemeden anlamaları mümkündür. (Mevlana, XII, 475- 476)

Tasavvuf büyüklerinden Mevlâna Celâleddîn er-Rumî, tasavvufî eseri olan Mesnevî’de, evliyaullahın kerametleri ve gaybî birtakım sırlara mazhariyetiyle ilgili ilginç yaklaşımlarda bulunmaktadır. Meselâ: “Şüphesiz şeytan ve onun güruhu, sizin onları göremediğiniz taraflardan sizi görürler” (A’raf, 27) ayetine dikkat çekerek der ki:

“Mademki şeytanlar bile yaratılışlarındaki o kabalık ve kötülükleriyle bizim sırrımıza vakıftırlar, kalbimize hırsızcasına girebilirler… Öyleyse, dünyada münevver ruhlu insanlar, birtakım gizli hallerden niçin haberdar olmasınlar? Felekler üstüne çadır kurmuş ruhlar, insan kalbine vakıf olmak hususunda, şeytanlardan aşağı mı olurlar?” (Mevlana, XII, 468- 471)

Çoğu kere bu gibi kerameti duyan kişilerde bir tereddüt, bir şüphe belirir. “Acaba gerçekten olmuş mudur? Yoksa hayali bir hikâye midir?” şeklinde bir bocalama olur. Bunun temelinde, o gibi hallerin diğer insanlarca tecrübe edilmemiş olması yatmaktadır. Fakat bu durumun, o tür harika halleri inkâra sebebiyet vermemesi gerekir. “Sen çolak, topal, kör ve sağır isen, yüksek ve büyük ruhları da kendine kıyas ederek senin gibi sanma!” diyen Mevlana, bunu veciz bir şekilde ifade etmiştir. (Mevlana, XII, 473)

Bir padişah, valilerinden birini zin­dana attırsa, bunu diğer valilerden gizleyebilir. Fakat vezirlerden saklamaz. Onun gibi, yüce Allah, bazı seçkin kullarına bazı gaybi sırları verebilir.

Dede Müştak Efendi (ö.1831), hicri tarihle 1264’de basılan Divan’ında şifreli bir şekilde Ankara’nın hicri 1341 tarihinde başkent olacağına işaret etmektedir. Şöyle ki:

Müştak Efendi şöyle der:

“Me’vây-ı nâzenine kim “elf” olursa “efser”

Labüd olur o me’vâ, İslâmbol ile hemser.

Nun ve’l-kalem başından alınsa nun-u Yunus

Aldıkta harf-i diğer olur bu remz azhar

Miftah-ı sure-i kâf serhadd-i kâf ta kâf

Munzam olunmak ister, ra’y-ı Rasul-ü peygamber

Hay-ı hû ile âhar oldu maksud zahir.”

Bu beyitlerde Müştak Efendi, bir beldeden bahseder. Ebced hesabıyla, 1341’de bu beldenin İstanbul ile arkadaş olup, başkent olacağına işaret eder. Birinci mısradaki “elf” bin demektir. “Efser” ise ebced hesabıyla 341 yapmaktadır. Geriye kalan kısımlarda, bu beldeyi meydana getiren harfler birer birer sayılmıştır. Bunlar yan yana getirildiğinde “Ankara” çıkmaktadır. Müştak Efendi’nin, bu beyitlerin devamında Hacı Bayram-ı Veli’ye seslenip:

“Ey Padişah-ı fehhâm, Sultan Hacı Bayram

Ruhen ister ikrâm, Müştak-ı abd-i çâker”

demesi de dikkat çekici bir husustur. Çünkü Hacı Bayram-ı Veli Ankara’da yaşamıştır ve kabri de Ankara’dadır. Sonraki beyitte şu ifadeleri ise, hatıra gelebilecek “Bir asır öncesinden Ankara’nın başkent olacağını söylemek akıl alır bir iş değildir” tarzındaki bir istifhama cevap gibidir:

“Reh-i Mevla’da her kim aşk ile cismini cân eyler

Gönül murgu gibi pervaz edip tayy-ı mekân eyler.”

Yani, “kim Mevla yolunda aşk ile yola koyulursa, onun gönlü bir kuş gibi, bir anda başka mekânlara gider”

Fakat yerde gezen karıncaların, bu tayy-ı mekânı anlamaları mümkün değildir. Çünkü onlar, önlerine çıkan küçük bir su birikintisini bile aşamamaktadırlar. Nerede kaldı, bir anda başka iklimlere kanat açabilsinler.

Müştak Efendi’nin ve benzeri zatların gaybî haberleri doğrudan değil de, şifreli olarak söylemeleri, “Göklerde ve yerde Allah’dan başkası gaybı bilmez” âyetinin sırrına riayet etmek içindir. (Neml, 65)

Muhyiddin-i Arabî’den birkaç gaybî haber

Muhyiddin İbnu Arabî, 1165’de Endülüsde (İspanya’da) doğdu. 8 yaşında İspanya’daki en önemli ilim merkezi olan İşbiliye’ye (Sevilla) gelerek iyi bir tahsil gördü. 29 yaşında Tunus’a geldi. Bir süre de Fas’ta yaşadı. Tunus’tan, Mısır, Filistin ve Hicaz’a gitti, hacc görevini eda etti. Ünlü eseri Fütühât-ı Mekkiyye’yi Kâbe-i Muazzama’nın karşısında kaldığı iki yılda kaleme aldı. 1204’te manevi bir işaretle Konya’ya geldi ve Selçuklu Sultan I. Keyhüsrev tarafından büyük saygıyla karşılandı. 1230’da Anadolu’dan ayrılıp Şam’a yerleşti. 1240’da Şam’da 75 yaşlarında vefat etti. Türbesini bugünkü haliyle 1516’da Yavuz Sultan Selim inşa ettirmiştir.

Muhyiddîn İbnu Arabînin eserlerinden biri, Osmanlı Devletiyle alâkalı şifreli bilgilerin yer aldığı “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye” isimli kitabıdır.

Bu eserinde Osmanlı Devletinin kuruluşundan, hilafetin Osmanlılara geçmesinden, Sultan Abdülazizin öldürülmesinden, sonrasında Sultan Abdülhamidden, devamında da “son mim” adını verdiği son Osmanlı sultanı Mehmed Vahdettinden rumuzlarla bahseder. Osmanlının yıkılışından sonra çok zor günlerin geleceğini, devamında Mehdinin çıkacağını anlatır.

İbnu Arabî, kendisine Rûm Sûresinin başıyla ilgili sırlar verileceğinin bildirildiğini, bunun üzerine murakabe halinde bunların neler olduğunu Hz. Aliye sorduğunu söyler.

İbnu Arabî, bu eserini Osmanlının kuruluşundan yetmiş sene evvel telif eder. Biz burada, eserde yer alan işaretlerden bir kaçına ana hatlarıyla dikkat çekeceğiz:

1- “Mim” den sonra “Sin” başa geçecek, halife olacak.

Bu, Fatih Sultan Mehmed sonrasında başa geçen Sultan Selimin, halifeliği Osmanlıya getirmesine işaret olarak değerlendirilmiştir. İlgili kısımda “Ra” harfi rumuzuyla Sultan Selimin Ridaniye savaşına işaret vardır.

2-“Sin” “Şin”a girecek, harabe bir kabri düzeltecek.

Bu, Sultan Selimin Şama girmesi olarak yorumlanmıştır. Harabe kabir ise, İbnu Arabînin kabridir. Bu mana halkımız içinde; “İzâ dehale es-sîn fi’ş- Şîn, zahara kabru Muhyiddîn”, yani “Sîn Şın’a girince, Muhyiddînin kabri açığa çıkar” ifadesiyle dile getirilir.

3-Bu devlet, “son Mim”in cülûsuna kadar devam eder.

“Son mim”, son Osmanlı sultanı Mehmed Vahdettindir.

4- Yıkılan devletin hükmü, âhir zamanda zuhur eden “Sâd”ın tasarrufuna intikâl eder.

Osmanlının yıkılmasından sonra çok zor günler yaşanacak, büyük fitneler olacak, sonra “Sâd” ile işaret edilen Mehdi çıkacak, adaleti ve sulhu sağlayacaktır.

İbnu Arabî, ahir zamanda çıkacak Mehdiyi anlatırken “İlk Mim” ve “Son Mim” rumuzlarını kullanır. “İlk Mim” “Muhammed” (asm) ve “Son Mim”“Mehdî”dir.

Not: İbnu Arabî’nin Mehdiden bahsederken “Sâd” rumuzuyla söz etmesinin neye işaret ettiği net değildir. Bediüzzamanın şu ifadelerinin konuyla alâkası olabileceğini düşünüyoruz:

Otuz birinci âyetin birinci mukaddemesi olan وَ اِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى cümlesi, binbeşyüz (1500) küsur olan makam-ı cifrîsiyle; ehl-i dalalet tarafından aşılanan manevî hastalıkların kısm-ı a’zamı, Risalet-ün Nur’un Kur’anî ilâçlarıyla izale edilebilir diye işaret etmekle beraber; maatteessüf ikiyüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fırka-i dâlle dahi devam edeceğine îma ediyor.

فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا cümlesi, mana-yı işarîsinde, ikinci emarenin birinci noktasında “Sin” harfi “Sad” harfinin altında gizlenmesi ve “Sad” görünmesinin iki sebebi var:

Birisi: Said tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risale-i Nur’u bulandırmasın, tesirini kırmasın.

İkincisi: Şimdiki bataklığa ve manevî tauna sukûtun sebebi ise, terakki fikrinden neş’et ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip; suûd ve terakki, Müslüman için ancak İslâmiyette ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.” (Kastamonu Lahikası, s. 17-18)

Üstteki Arabî ibareler, Nisa Sûresi 43 ve Maide Sûresi 6. âyetlerde yer almaktadır. İlgili âyetler esas itibarıyla abdest, gusül ve teyemmüm hakkında olmakla birlikte, bir takım gaybî sırlara da işari mana olarak bakmaktadır. Mesela:

-Hz. Peygamber asıl, Mehdi ise ona tabi bir fer’dir. Bu, suyun olmadığı yerde teyemmümle idare edilmesine benzer.

-Kıraat kitaplarında nazara verildiği üzere, صَعِيدًا kelimesindeki “Sad” harfi “Sin” okunur. Mehdi de öyle olmalı, “ben Mehdiyim” şeklinde bir davada bulunmamalıdır.

-İlgili âyetlerde geçen “hastalık, sefer hali, kadınlarla ihtilat” gibi durumlar, ahir zamanın bir kısım vasıflarını da ihtiva eder. Ahir zaman manen hasta bir zaman dilimidir. Ahir zamanda savaş için sefer gibi durumlar öne çıkacaktır. Nitekim Osmanlının son zamanı, büyük ölçüde seferlerle geçmiştir. Ayrıca, ahir zamanda kadın-erkek ihtilatı hiç bir devirde olmadığı kadar aşikâr hale gelmiştir.

Görüldüğü gibi, Allah dostu olan veli kişiler, kendi iç âlemlerinde yaşadıkları gaybî tecrübeleri bazan dışa yansıtmışlardır. Fakat bu yansıtma doğrudan olmayıp bir derece perdeli ve şifrelidir. Gayb hazinesinden aldıkları cevheri, doğrudan göstermek yerine, üzeri ambalajlı bir şekilde sunmayı tercih etmişlerdir. Gaybî mananın gizlendiği lafız ambalajını açmayanlar, bu cevheri göremezken, açanlar derin bir hayretle o cevheri temaşa eylemektedirler.

Ancak, veli zatların gelecekle ilgili bazı sırlara mazhar olmaları, bunları ayrıntılarıyla bilmeleri anlamına gelmez. Bu hassas noktayı bilmeyenler, bu meselede çok yanlış kanaatlere sahip olabilirler. Mesele bazılarının şöyle dediklerini duyarız. “Benim şeyhim daima beni görür, murakabe eder. Öyle ki gecede kaç defa sağıma-soluma döndüğüm ona gizli kalmaz.”

Böyle bir kanaat, farkına varmadan bazı ilahi sıfatları bir insana vermektir, dolayısıyla bir çeşit şirktir. Peygamber efendimize bile verilmeyen bir özelliği bir şeyhe vermek son derece hatalı bir inanç olur.

Peygamber varisi olan zatlar, kendilerine aşırı hüsn-ü zanla bakan kimselere bu gerçeği anlatmalı, geleceğin kendileri için de perdeli olduğunu bildirmelidirler.

Prof. Dr. Şadi Eren

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )