Nurdan Haber

BİLMEK YETERLİ Mİ?

BİLMEK YETERLİ Mİ?
17 Ekim 2017 - 13:45

Bir kişinin adını, doğum yerini, kimin oğlu olduğunu ve ne iş yaptığı bilmek onu tanımak için yeterli değildir.

Bir insanı tanımak için onunla teşrik-i mesai yapmak, kişiliğini, karakterini, ilmi seviyesini, fazilet ve marifetini bilmek lazımdır ki, onu tanımış olalım. Birincisi kişinin hüviyetini, ikincisi ise mahiyeti ifade eder.

Bir gün bir kişi Hz. Ömer’in yanında birisinden övgüyle bahsediyordu. Adalet güneşi (ra) ona: “Onunla hiç yolculuk, komşuluk veya ticaret yaptın mı?” şeklinde sualler sordu. Adam her seferinde “hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki sen onu tanımıyorsun.”

Evet, bilmek başkadır, tanımak başka. Biz, arıyı bal yapan bir böcek olarak biliriz ama onun üzerinde ihtisas yapanlar onu derinlemesine tanırlar.

Biz, gözü gören bir organ olarak biliriz ama bir göz doktoru onu tanımak için altı yıl tıp eğitimi alır, sonra da o sahada ihtisas yapar.

Toprağı bilmek başkadır, tanımak başkadır. Bir gram toprakta milyarlarca bakteri olduğu söyleniyor.

Biz, dişi biliriz ama tanımayız. “Diş Hekimliği Fakülteleri” dişi tanımak, tedavi etmek veya diş yapmak için çeşitli dallara ayrılmış, ciltlerle kitaplar yazılmış, yüzlerce profesör yetişmiştir. 

Fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler de çeşitli dallara ayrılmıştır. Biyolojinin bir dalı olan “Botanik” sadece bitkileri incelemektedir.

Bir mimarın Selimiye Camii’ne bakışı ile bizim bakışımız arasında mukayese edilmeyecek derecede fark vardır. Bir sanat erbabı tarihi eserlerdeki sanat inceliklerini en ince detaylarına kadar bilir. Bunun içindir ki, başta İstanbul olmak üzere tarihi eserlerin bulunduğu illere gelen turistlere yol gösteren, eserler hakkında bilgi veren birçok rehberler ve kılavuzlar vardır. 

Aynen bunun gibi, Ezeli ve Ebedi olan bu uçsuz bucaksız kâinatın Halık’ını tanımak için de Kur’an-ı Mucizü’l Beyan’a, onun birinci müfessiri olan Resul-i Ekrem Efendimize, Kur’an’ın nurlu yolunda yürüyen, ehlisünnet çizgisinden ayrılmayan, sünnetleri kendilerine rehber edinen mürşit ve âlimlere, onların telif ettikleri tefsirlere ve eserlere ihtiyaç vardır.

Fahr-i Âlem Efendimize nübüvvet tevdi edilmeden evvel insanların ekserisi müşrik idi. Onlar Cenab-ı Hakk’ı tanıyamadılar, O’nun varlığına ve birliğine delil olan kâinat kitabını okuyamadılar, o harika eserlerin ne mana ifade ettiklerini anlayamadılar, kendileri gibi mahlûk olan güneşe, ateşe, nehre, yıldıza, sığıra ve putlara taptılar. Bunun içindir ki Kuran’ın ilk nazil olan ayeti “Oku” ile başladı. Ta ki, insanlar önce kendilerini, sonra da kâinat kitabını okusunlar. Bu kâinat kitabını en mükemmel bir şekilde okuyan Habib-i Kibriya Efendimiz (sav.) hem kâinattaki tekvini ayetlerle hem de Kur’an ayetleri ile Cenab-ı Hakk’ı tanıttı. O’nun emir ve yasaklarını tebliğ etti. İnsanın yaratılış gayesini, kâinatın sırlarını anlattı.

Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi; “Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır.”

“Allah bir, Resul hak” demekle Rabbimizi tanımış olamayız. Hıristiyanlar da Allah’ı biliyorlar ama Hz. İsa’ya (hâşâ) O’nun oğlu diyorlar. 

Yüce Allah’ı Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ve Resul-i Ekrem Efendimizin (sav.) ders verdiği gibi bilmek lazımdır.

Ezelî ve ebedî, kudreti nihayetsiz, ilmi muhit, iradesi mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın zatında şeriki olmadığı gibi, fiil ve icraatında, tasarruf ve tedbirinde, terbiye ve idaresinde de şeriki yoktur. Yüce Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim’in tek bir ayetinin benzerini getirmek mümkün olmadığı gibi, irade ve kudret sıfatından gelen şu kâinat kitabındaki bedi ve harika eserlerin de taklidini yapmak mümkün değildir.

İman Allah’ı bilmek, marifet ise tanımaktır. Allah’ı tanımanın sonu yoktur. Akıl ve marifette en ileri, esma-i ilahiyenin en mükemmel aynası olan Habib-i Edip Efendimiz (sav.) Miraç vasıtasıyla yedi kat semayı geçerek cenneti ve cehennemi gördü, nice âlemleri okudu buna rağmen şöyle buyurdu: “Subhâneke maarefnake hakka marifetike ya Maruf” (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir marifetle bilemedim).”

Kâinattaki bütün harika eserler Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine güneş gibi aynadır. Marifette derinleşen bir mütefekkir, bütün kâinatta tecelli eden esma tecellilerini okur, her mahlûkta Cenab-ı Hakk’ın sikkesini görür, mührünü ve damgasını idrak eder, azamet ve kibriyasını anlar. Allah’ı tanıdıkça imanı inkişaf eder, muhabbeti artar, ubudiyet ile O’na yaklaşır.

Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi; “Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır.” (20. Mektup) ,

Evet, imandan sonra en yüce mertebe ve en âli makam; marifetullahtır.

Yüksel Uca

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )