Nurdan Haber

Beden ve Ruh – Giriş

Beden ve Ruh – Giriş
17 Ocak 2018 - 19:57

Öğrencilik yıllarında çoğumuz tarafından zor dersler olarak bilinmesine rağmen, fizik, kimya ve biyoloji gibi fen bilimleri alanında kitap veya bilimsel makale yazmak pek de zor değildir. Çünkü fen bilimleri, dikkatli ölçüm gerektiren ve tekrar edilebilen deneylere ve objektif gözlemlere dayalıdır. Akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk ve mantıki tutarlılık testlerinden başarıyla geçmiş ve de başkaları tarafından bağımsız olarak teyit edilmiş bulgulara aklı başında birinin itiraz etmesi söz konusu değildir. Kaldı ki bir hata durumunda, bilinen tüm bilimsel gerçekler yanlışlanmaya ve düzeltilmeye açıktır. Örneğin yüzyıllardır doğru olarak kabul edilen ve fizik biliminin en temel prensiplerinden olan Newton’un hareket kanunlarının atom altı dünyada geçerli olmaması ve madde ve mekândan bağımsız bir boyut olduğu zannedilen zamanın, ışık hızına yaklaşan yüksek değerlerde hıza bağlı olarak değişmesi gibi.

Keza, elektron gibi atom altı parçacıkların bir anda çok yerde olması ve bir levha üzerindeki iki farklı delikten aynı anda geçmesi gibi defalarca teyit edilen deneylere dayalı kuantum teorisi, madde anlayışımızı da kökünden değiştirdi. O kadar ki 1900 yılında ‘artık fizik biliminin sonuna geldik; bulunabilecek her şey bulundu’ anlayışından, 1920’lerde izafiyet ve kuantum teorilerinin doğruluğunun gözlemlerle ve deneysel olarak teyit edilmesiyle birlikte ‘doğru bildiğin her şeyi unut; oyun daha yeni başlıyor’ noktasına gelindi.

Katı bir kuralcı ve determinist olan Einstein’ın başlangıçta ‘Tanrı zar atmaz’ itirazına rağmen, elektronların yerlerinin belirsiz olup ancak istatistikî bir dağılım fonksiyonu olarak ifade edilebileceği gösterildi. Bu süreçte zihinlerde depremler ve artçı şoklar yaşanmasına rağmen, sağlam bir metodolojisi olan bilim, yanlışları ayıklayıp doğruları teyit ederek ve yeni doğrular ekleyerek hiç sarsılmadan yoluna sağlam adımlarla devam etti. Her türlü makul itiraza ve yanlışlanmaya açık bu şeffaf ve objektif yaklaşımından dolayı da gözlem ve deneylere dayalı fen bilimleri evrensel kabul görmekte ve bilimsel zeminde tüm insanları birleştirici bir rol oynamaktadır. Fen bilimleri, ‘ne ise o’ dur. Kişiden kişiye veya toplumdan topluma değişmez. Tabi fen bilimleri, bilim insanlarının kendi kişisel görüşleri, yorumları, çıkarımları, ideolojileri ve inançları ile karıştırılmamalıdır.

Cansız fizik âlemi ve insan-dışı canlılar ile ilgilenen doğa bilimcilerin işi nispeten kolaydır. Çünkü tabiatta geçerli kanunlara tam bir itaat söz konusudur ve hayvanlardaki zayıf ve sınırlı irade dışında büyük bir sürpriz beklenmez. O yüzden, insan dışındaki varlık âleminde, yaratılış kanunları doğrultusunda her şey büyük etapta öngörülebilmekte ve öngörüldüğü gibi de olmaktadır.

İnsan bedeni, fizyolojinin gözlemlerle keşfedip ortaya koyduğu prensiplere göre çalışır. Bedenin çalışmasında insan iradesinin fazla bir rolü yoktur. Örneğin hiç kimse bedenindeki yaklaşık 37 trilyon hücrenin veya karaciğer veya böbrek gibi iç organların çalışmasına müdahale edemez. İnsan bedeni esas olarak dünyanın her yerinde aynıdır ve aynı organlardan oluşur. Yaş ve cinsiyete bağlı olarak insanların boyları, kiloları, beden şekilleri ve maddî diğer özellikleri arasındaki farklar sınırlıdır. İnsan bedenindeki organların fonksiyonları, çalışma prensipleri, hastalıkları ve bu hastalıkların tedavi metotları da yine evrenseldir.

Ancak, bedenleri dışında, insanlar arasındaki büyük farklar vardır. O yüzden, çalışma metodu istatistik ağırlıklı psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve ekonomi gibi alanları kapsayan ve insan davranışları ve toplum dinamiklerini araştıran sosyal bilimcilerin işi nispeten zordur. Çünkü kuvvetli bir iradeye sahip olan ve çok farklı meyil, arzu ve yeteneklerle donanmış olan insanların davranışlarına arka planda hükmeden genel kanun ve prensipleri keşfedip formüle etmek kolay değildir. İrade ve eğilimlerdeki farklılıklar yüzünden sosyal bilimlerde istisna ve sürprizler yaygındır.

Cansızlar ve bitkiler gibi iradesi olmayan varlıklar, belli bir etkiye fizik kanunları doğrultusunda her zaman aynı tepkiyi verir. Hayvanlar da etkilere öngörülebilir içgüdüsel tepkiler verirler ve aynı türden hayvanların etkilere tepkisi çok dar bir bantta değişiklik gösterir. Ama insanlar için böyle kısıtlayıcı bir genelleme söz konusu değildir. Çünkü aynı insan belli bir etkiye farklı zamanlarda farkı şartlar altında farklı tepkiler verebilmektedir. Sadece bedenine, yani ellerine, ayaklarına, ağzına ve hatta beynine bakıp en gelişkin cihazlarla anatomik yapısını inceleyerek, bir insanın hangi duruma nasıl tepki vereceğini öngörmek mümkün değildir. Çünkü aynı bedene sahip kişinin davranışları, bir tavsiyeye kulak verme, bir konferans dinleme, bir kitap okuma ve hatta film seyretme gibi bir deneyimden sonra tamamen değişebilmekte ve aynı beden ‘değişik bir insan’ olabilmektedir. Yani insan bedeni ile davranışları arasında bire bir veya ‘lineer’ bir ilişki yoktur (zaten olsaydı insanlar robot gibi olurdu). Melek gibi bir insan ile seri katil bir cani aynı kalbe, böbreğe ve beyine sahiptir. Bu farklı kişiler doktora gittiklerinde hiç fark gözetilmeden aynı şekilde tedavi edilirler. Hatta hiç telaşlanmadan bir diğerinden organ nakli dahi yapılabilir.

Aynı maddî parçalarla aynı beden platformu üzerine inşa edilmiş insanların hal ve hareketlerinde bu kadar büyük farklılıklar göstermesi, insana ilk çağlardan beri iç içe girmiş iki farklı gerçeklik olarak bakılması sonucunu doğurmuştur. Maddeden oluşan birinci gerçeklik ‘beden’dir. Bu gerçeklik, genelde biyoloji özelde de tıp biliminin konusudur. Madde-dışı yani gözle görünmeyen manevî olan ikinci gerçekliğe de genel bir tabirle ‘ruh’ denir. Kendini davranış olarak gösteren bu gerçeklik psikoloji, sosyoloji, siyasal bilimler, tarih, insan coğrafyası, antropoloji, arkeoloji, ekonomi, uluslararası ilişkiler, hukuk ve kamu yönetimi gibi sosyal bilimler ile edebiyat, hukuk, felsefe, din ve dil bilimleri gibi beşerî bilimler ve güzel sanatların ilgi alanıdır. Görüldüğü gibi, insanın beden-dışı varlığı çok daha geniş ve renklidir ve çok yönlü zengin bir spektrum oluşturur.

Gözle görünen, elle tutulan ve gözlem ve deneylere dayalı fen bilimlerinin çalışma alanına giren bedenin varlığı ve mahiyeti ile ilgili bir tartışma söz konusu değildir. Devam eden bilimsel araştırmalar ile beden, organlar ve bedenin temel yapı taşları olan hücreler ile ilgili bilgi ve anlayışımız her geçen gün artmaktadır. Ama gözle görülüp elle tutulan maddî veya fizikî bir varlığı olmayan ve masaya yatırıp deney ve gözlemlerle mahiyetinin anlaşılması mümkün olmayan ruh ile ilgili olarak aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu konuda bilim yerine farklı görüşler öne plana çıkar ve bu da sonu gelmeyen tartışmaları doğurur. Bu konuda iki uç görüşten biri, ruh denen şeyin gerçek bir varlığının olmayıp madde etkileşimlerinin bir tezahürü olduğu, ve insan öldüğü zaman çürüyüp yok olacak cesetten başka bir şey kalmadığıdır. Bu görüşte, ruha atfedilen bütün özelliklerin kaynağı, diğer organlar gibi kendisi de atomlardan oluşan maddî bir organ olan beyindir.

Diğer uç görüş ise ruhun, etkisi hissedilip maddi bir varlığı olmayan yerçekimi kuvveti gibi, madde-dışı bağımsız gerçek bir varlığı olmasıdır. Fizik kanunlarının tüm fizik âlemine hükmetmesi gibi, ruh da bedenin en ücra kösesine nüfuz ederek bedene hükmeder ve trilyonlarca hücreden oluşan bedende ‘bir’ liği sağlar. Bu görüşe göre ölüm denen şey, ruhun beden yuvasını bir anda terk etmesi ve birliği sağlayan etkenin yok olmasıyla bedenin dağılma sürecine girmesidir – aynen yer çekimi gibi temel kuvvetlerin aniden yok olması durumunda atom ve moleküller dahil tüm evrenin dağılıp varlıkların bir parçacık bulutuna dönecek olması gibi.

Ruh konusunda farklı görüşlerin olmasının gayet normal karşılanması gerekir. Çünkü fizikî bir varlığı olmayan ruhun, çalışma alanı fizik âlemi olan fen bilimlerince incelenip irdelenerek bir hüküm verilmesi söz konusu değildir. Ruhun varlığını veya yokluğunu göstermek bilimin işi değildir; bu konuda bilimin yapabileceği tek şey, ‘görevsizlik’ kararı vermektir. Çünkü fizikî varlığı olmayan şeyler hakkındaki tartışmalar fen bilimleri platformunda değil, felsefe zemininde akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk ve mantıkî tutarlılık kriterleri ışığında yapılır. Bu tartışmaların sonunda, insanın hal ve hareketlerinin kaynağının maddî bir beyin mi yoksa madde-dışı bir ruh mu olduğu konusunda herkes kendi vicdanî kanaatini ve inancını oluşturur.

‘Fiziğin Evrimi’ (The Evolution of Physics)[1] adlı kitabında Albert Einstein görünen ve görünmeyen hakkında hiçbir zaman kesin bilgi elde edemeyeceğimizden ve dolayısıyla bilinen gerçeklerden hareketle mutlak gerçekliğe erişilemeyeceğini ifade eder:

“Fiziksel kavramlar insan aklının eseridir; ve pek öyle gibi görülmüyor olsa da, dış dünyaca kesin hatlarla belirlenmiş değildir. Bizim gerçeği anlama gayretlerimiz, kapalı bir saatin mekanizmasını anlamaya çalışan bir adamın uğraşısı gibidir. Adam saatin yüzünü ve hareket eden akrep ve yelkovanını görüyor ve hatta saatin tik taklarını işitiyor; ama saatin kapağını hiçbir şekilde açamıyor. Kişi eğer zeki ve hayal gücü kuvvetli biriyse, gözlemlediği her şeyin sebebi olan mekanizmanın bir resmini oluşturabilir. Ancak bu kişi, zihninde oluşturduğu resmin gözlemlerini açıklayacak tek resim olduğu konusunda asla kesin emin olamaz. Resmettiği mekanizma ile gerçek mekanizmayı hiçbir zaman karşılaştıramaz ve böyle bir karşılaştırmanın imkânını veya anlamını hayal edemez.”

Gözlemlenen şeyde (saatin yüzü ile akrep ve yelkovan gibi hareket eden parçaları) gözlemlerin kesinliği ölçüsünde kesinlik ve görüş birliği vardır. Fakat gözlemlenemeyen kısımda (arka planda saati çalıştıran kapalı mekanizma) belirsizlik ve görüş ayrılıkları vardır. O yüzden, gözleme dayalı doğa bilimlerinde, görünmeyen kısımlarla ilgili görüşler görünen kısımla ilgili gerçeklerle kolayca karıştırılabilir. Ve genellikle görüşler gerçeklerle birlikte paketlendikleri için gerçek olarak algılanabilir. Bu saat örneğinde olduğu gibi, fen bilimleri gözlemlenen kısımla, felsefe ise gözlemlenemeyen kısımla ilgilidir. İnanç ise gözlemlenemeyen kısım hakkındaki görüşler arasından yapılan tercih ve benimseme ile ilgilidir.

Yunus ÇENGEL
Nevada Üniversitesi,

Reno (ABD) 2017

[1] Einstein, A. ve Infield, L. (1938). The Evolution of Physics, Edited by C.P. Snow, Cambridge University Press. (Reprint: 1967, Touchstone. ISBN 0-6712-0156-5).

 

• Sonraki bölüm için tıklayınız…
Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )