Her şey bir soruyla başladı. İkinci bir soruya fırsat verilmeden sürgüne gönderildi insan. Bu sürgün ilk soruya verdiği cevabın samimiyetini ölçmek içindi. Aslında başka soru da yoktu. Hakikat, tek soruluk, tek cevaplık ve tek eylemlikti. Cibril binlerce defa yere inip çıktı. Binlerce mısralık şiirler yazıldı, ciltlerce kitaplar telif edildi. Çilleler, ızdırablar çekildi bu ‘tek’ olanları izah için. Ve işte o tek soru: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Tek cevap: Evet Rabbimizsin ve tek eylem: bu diyaloğa şahit olup samimiyet göstermek. Bu samimiyetin kalp ölçeğinde yansıması aşktı. Bunların hiçbiri madde değildi. Çünkü madde sadece bir araç ve bazıları için bir tuzaktı. Hatta madde, ‘öz’den uzaklaştıran fazlalıklardan başka bir şey değildi. Kur’an, bu fazlalıklardan kurtulma yolculuğuna ‘felah’ yani kurtuluş; yolcularına da ‘müflihûn’ yani kurtuluşa erenler demektedir.
Araf suresinin 172. ayetinde geçen insanın öz benliği ile Allah arasında geçen yukarıdaki diyalog, yaratılış bilmecesinin cevabı hakkında ipuçları vermektedir. Bu ipucu, soru, cevap ve eylem olmak üzere üç teklikler üzerine kuruludur. Evvela ezelin ve ebedin Zülcelal sultanı soruyu sordu ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Yani madde planında ben sizin terbiye ediciniz, yaratıcınız, muhtaç olduğunuz tek güç; ve duygu planında davanız, sevdanız, huzur bulup tatmin olduğunuz tek aşkınız değil miyim? İnsanlardan ‘evet’ cevabını aldıktan sonra bihakkın Rabb olduğunu idrak sahiplerine gösterdi. Yedi kat göğü yaratıp düzenledi, gökyüzünü yırtığı ve çatlağı olmadan süsleyip nakışlandırdı. İki doğuyu ve iki batıyı yarattı. Gökten yağmurlar yerden rızıklar çıkardı. Işığı ve karanlığı yarattı. İstirahat için geceyi, çalışma için gündüzü sıralandırdı. Denizde akıp gitsinler diye insanların hizmetine gemileri verdi. Bir ısıtıcı, koruyucu ve nice yararlar için davarları yarattı. Zeytin, incir, hurma ve üzümle rızıklandırdı. Dağları birer direk ve iaşe deposu yaptı. Zehirli bir sineğin elinden balı sundu. İnsanı bir damla sudan yaratıp organlarını şekillendirdi. Saymakla bitmeyen çeşit çeşit nimetleri yoktan var etti. Onu zikredenin kalbini doyurdu. Ona itaat edeni huzura kavuşturdu. Ona dua edene cevap verdi. Onu sevene feyizler yağdırdı. Tek Rabb, tek yaratıcı ve tek maşuk olduğunu apaçık ortaya koydu.
Bütün bunlara karşılık cevap kısmında bulunan insan ne yaptı? Sorunun sahibi Rabb olduğunu ortaya koyarken, cevabın sahibi sözünde durdu mu? En güzel kıvamda yaratılıp yeryüzüne indikten sonra ahdini unuttu. Öz benliğine yabancılaştı. Bir araç ve tuzak olarak yaratılan madde için kan döktü, bozgunculuk çıkardı, zulmetti. Geçici güzelliklere aşık olup Maşuk-ı Meçhul’den gafil oldu. ‘Mülkün sahibi benim’ deyip Allah’a şirk koştu, haddini aştı, uğruna savaşlar çıkardı. En çok istediği mutluluğu bir türlü yakalayamadı. Çünkü yanlış yerde aradı. Kesretin yani parçalı alemin acı veren ve dikkati dağıtan parçalarıyla uğraştıkça, vahdetten yani bütün ve tek olan Allah’tan uzaklaştı.
Eylem kısmına gelince, bireyin, kendini gerçekleştirip ‘insan-ı kamil’ mertebesine ulaşarak, huzura kavuşmasının tek yolu, soru ve cevabı bütünleştiren eylemi meydan getirmesidir. Yani soruya verdiği cevaba sadakat gösterip tek Rabbe itaat etmesidir. Bediüzzaman hazretleri bu gerçeği Rububiyet (Rabb olma makamı) dairesi ve ubudiyet (ibadet) dairesi olarak kategorize etmektedir. Her iki daire arasındaki iletişimi, başka bir deyişle soru ve cevap arasındaki iletişimi kuran eylem, şüphesiz ibadet eylemidir. İbadetten kastedilen de Allah’ı tanıma, marifetullahtır. Ondan sonraki menzil ise muhabbetullah ve aşk-ı ilahidir.
Mevlana, mesnevisini, insanoğlunun bu soru ve cevap serüvenini anlatmakla başlatır. İnsana benzettiği ney metaforuyla olayı somutlaştırır.
Dinle neyden kim hikayet etmede
Ayrılıklardan şikayet etmede
Der kamışlıktan kopardılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni
Şerha şerha eylesin sînem firâk
Eyleyim tâ şerh-i derd-i iştiyâk
Ney kamıştan yapılır. İçi dağlanır ve sesi kontrol etmek için delikler açılır. Mevlana neyin koparıldığı kamışlığı ruhlar alemine, kamışı da insana benzetmektedir. Neyin çıkardığı yanık sesin de kamışlıktan ayrıldığı hasret acısından dolayı çıkardığını ifade ederek, insanla bir ilişki kurar. İnsan da bezm-i elest denilen ruhlar aleminde Allah’a verdiği ‘evet’ cevabından sonra ondan ayrılır. Ancak bu ayrılık onda yaralar açar. Tekrar özüne kavuşmak için arayışa girer. Bu arayış acılar ve tuzaklarla dolu bir yolculuktur.
Allah ile insan arasında geçen bu soru-cevabın diğer adı misak yani sözleşmedir. Bu misaktan insan kalbinde bir yara bulunmaktadır. Her ne kadar bu sözleşmeyi unutsa da kalbinde nereden geldiğini bilmediği bir yara izini hisseder. Aslında tüm mücadelesi misaktan kendisine miras kalan bu yarayı tedavi etmek içindir. Bir takım vicdani kıpırdanışlar ve içsel eylemlerle heyecanlanır. Kalbi daima titrek bir halde sahibini arar. Bu eylemler bilinçli eylemler değildir. Midenin yemek arayışı gibi kalp, Maşuk-ı meçhul olan Allah’ı arar. Kalp bizzat kalbin maşuku tarafından ihtizaza getirilir. Bediüzzaman hazretlerinin ‘fıtrat-ı zi-şuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir’ sözü bu manayı dile getirmektedir. İnsanın iç dünyasındaki cezbe ve coşkulu hareketler, yaratılıştan gelen ve insanı Allah’a doğru sürükleyen eylemlerdir. Sezai Karakoç’un
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
mısraı tam bu makamda söylenmiş bir sözdür. Her an kalbe nazar eden Allah onu kendine doğru çeker. Ancak o büyük bir yanılgıyla bu heyecanını yer ve gök arasındaki eşyada arar. Tuzaklara takılır. Her neye elini atsa üstünde fena damgasını görür onu doyurmaz. Haykırmaya başlar. Fakat yer sağır gök sağır içindekiler sağır. İşte bu noktada, eşyanın sağırlığını hisseden insan kalbi menzile ulaşmıştır. Çünkü artık arayışlarını yerin ve göğün ötelerine ulaştırmış ilk ayrıldığı yere yani Allah’a varmıştır. Verdiği söze sadakat göstermiş, eğreti madde alemini aşmış, kalbini sahibine teslim etmiş ve aşka ulaşmıştır. İnsanı kendine meftun eden her güzellik ve mükemmeliğin aslında mutlak cemal ve mutlak kemal sahibi olan Allah’a ait olduğunu idrak eder. Karakoçun şu mısraları bu hissedişin bir ürünüdür
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en temizi
Bu makamda insan felah yolculuğunu bitirmiş müflihunlardan olmuştur artık. Kalbini kendine çeken tüm fazlalıklardan kurtulmuş, verdiği cevaba sadakat göstermiş Rabbi için masivayı terk etmiştir. Soran ve cevaplayan aşk eylemiyle bütünleşmiştir.