Cenab-ı Hak, “Rabbül-Âlemin” sıfatıyla her kuluna ve her topluma eşit mesafede durur. Ne onu ona üstün kılar ne berikini ötekinin altına düşürür. Ta ki toplumlar veya o şahıslar aksini hak edinceye kadar.
Bu sahne, darü’l-imtihandır, sınav yurdudur. Bu âlem ‘hak’ üzere ve ‘hak’ ile yaratılmıştır. Her kim o hakkın hakkını verse, muvaffak olur. Âlemde her bir şeyin bir hakkı vardır. Savaşın da bir hakkı vardır, barışın da…
Allah buyurmuş ki; “insan için çalışmasından başka hakikat yoktur.”Bunu bile bile bir insan, tembellik yapar, çalışmazsa, dini hak bile olsa kendisi batıl olur ve çalışanlar karşısında mağlup olur.
İnsanın vazifesi “taallümle tekemmül, ubudiyet ve duadır” (öğrenerek mükemmele varmak bu bilgiyle kulluğun ne olduğunu idrak etmek ve dua etmektir) denilmiş. Sonra “Ben insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”, buyurmuş. Allah (cc). Siz öğrenmezseniz, öğrenerek mükemmelleşmezseniz ve bundan bir idrak ve kulluk var etmezseniz, aklınızı kullanıp kulluğun idrakine varmazsanız, bunu yapanlar karşısında hezimete uğrarsınız. Buna da müstahak olursunuz!
“Vay ben Müslümanım” deyip Müslümanlığın hiçbir şartını yerine getirmez ve Hak dininizin hakkını vermezseniz, ne dininiz sizi dünyada zillete düşmekten koruyabilir ne de adınızın Müslüman olması! Öbür tarafta bunlara mensup olmak işinize yarar mı ben bilmiyorum. Çünkü Allah (cc) cennete girmeyi imana ve amel-i salih işlemeye bağlamış. Eğer iman sahibi iseniz ve imanınızı güzel amellerinizle güçlendiriyorsanız, sizin için üstünlük kaçınılmazdır. “Üstünsünüz eğer iman ediyorsanız!” buyurulmuş. O zaman size kimse galip gelmez, gelemez. Çünkü eğer iman ediyorsanız Allah, sizinle beraberdir açıklarınızı kapatır. Buyurmadı mı ki “Ben mümine facir gibi davranmam.” diye.
Ama bugün bakıyoruz, facirler bizden öndeler. Mülk onlarda, bilim onlarda, hikmet onlarda, güzel ahlak onlarda ahde vefa, sözünde durma onlarda. Halleri bizimkinden daha rahat! İşleri bizimkinden daha düzgün, Memleketleri bizimkinden daha mamur, asayişleri bizimkinden daha emin, yurtları bizimkinden daha güvenli, ticari ahlakları bizimkinden daha sağlam ve insanları bizimkinden daha güvenilir… Bu durumda iki ihtimali göz önüne alacağız: Ya diyeceğiz ki haşa Allah (cc) sözünde, vadinde durmamıştır! Veya biz o facir dediklerimizden hal ve sıfat bakımından daha faciriz!
Sizce hangisi?
Hz. Ömer radiyallahu anhu, bir gün komutanlarından birine şöyle hitap eder: “Ey filan İslam ordusundaki neferlerin günah işlemelerine asla fırsat verme! Çünkü ordularımızın muvaffakiyeti efradının günahsızlığı nispetindedir. Bizim ordularımız, daha az günahlı olduğu için onlara muvaffak oluyoruz!”
Şimdi şunu ölçü alarak âleme bakarsak, anlarız ki bizim günahlarımız karşımızdakilerden daha aşkın ki onlar bize galip geliyorlar. Galip de gelmiyorlar, bizimle kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyorlar.
Haa zahirde onların daha çok günah işliyorlarmış gibi görünmesi sizi aldatmasın. Onlar, hükmü geçmiş, kaldırılmış bir dine muhalefet ediyorlar. O yüzden suç işliyor sayılmazlar… Ama sen ey Müslüman, meriyette olan bir dine ve kanuna muhalefet ediyorsun. Hükmü kaldırılmış kanuna muhalefet etmek, ceza gerektirmez. Ama aklın basmasa da bilmesen de yürürlükte olan kanuna muhalefet edersen cezayı yersin. İşte Müslümanların perişanyeti biraz da bundan kaynaklanıyor. Çünkü Müslümanlar Hak bir dine ve yürürlükte olan ilahi kanunlara (Kur’an’a) muhalefet ediyorlar.
Sonra; inananların ekser günahları burada cezalandırıldığı, inanmayanların ise tüm alacaklarının burada kendilerine verildiği gerçeği de var. Dolayısıyla onların halinin bizden rahat olması abes değil… Amma ki onların bizlere galibiyeti, tamamen kendi kusurumuzdandır. Dünyaya müptelalığımızdandır!
Bu ümmet, hal ve gidişat olarak istikametini bozunca, Cenab-ı Hak da onları, başkalarının zulmü altına attı. Son koruyucuları olan Osmanlı yıkıldı, Müslümanlar da mağluplar sınıfına girdiler. Her şeyleri pay mal edildi. Yurtları, dinleri, ırzları, menfaatleri, şerefleri… Ta ki pişman olsunlar da tazarru ve niyaz ile yeniden Rablerine dönsünler diye.
Nitekim de son on beş yirmi yıldır, tüm dünyada Müslümanlar bu utanç verici halden sıkılmaya ve bundan kurtulmak için çare aramaya başladılar.
Doğru yanlış, radikal veya ılımlı ne kadar örgüt, teşkilat, cemaat, cemiyet, tarikat varsa herkes esasında kendince bir çıkış arıyor. İslam’ın bu haline razı olamadıkları için çırpınıyorlar. Bu çabalar, muhakkak ki bir şekilde doğru mecrasını bulacak ve İslam yeniden ayağa kalkacaktır. Şimdi bunun sancıları yaşanıyor İslam yurtlarında. Ümmet de kusurlarını görmeye, başladı az çok. Bilhassa uhuvvetin; İslam kardeşliğinin ve ihlasın; sırf Allah’ın rızasını tahsil etmek amacıyla devinmenin ne kadar elzem olduğu anlaşıldı.
Müslümanlar kendi hallerini tasaffi ettirdikçe, Kur’an ahkâmına uydurdukça, Allah’ın Nusret’i de inmeye başlar.
Bedir günü, Huneyn günü Rabbimizin görünmez ordularla inananları desteklediğini Kuran’ın bildirmesiyle biliyoruz. Ve yine ‘ehli keşfin’ ve evliyanın bildirmesiyle biliyoruz ki Müslümanların küffara karşı verdikleri kritik tüm savaşlarda, Rabbimizin merhamet elini üzerimizde hissetmiş ve yardımını görmüşüz. Bunun İslam ve Türk tarihinde sayısız örnekleri var.
Bir düşünün Kılıçarslan’ı. 600 binin üzerinde Haçlı sürüsü Anadolu’ya girdiğinde, ta Kabe’ye kadar ineceklerine inanıyorlardı. Ne yaptıKılıçarsalan, 25 bin kişilik süvarisi ile onları adeta biçti. Antakya’ya ancak 5 bin kadarı ulaşabildi ki onların da zaten takati kesilmişti.Bebdiuzzaman hazretleri bu hadiseden dolayı “Türkler olmasaydı, beşer küfr-i mutlaka düşerdi” demiştir.
O kadar uzağa gitmeye de gerek yok. İşte burnumuzun dibindeki Çanakkale ve İstiklal harbi! Onlara bir bakın. Ne kerametler ve mucizeler yaşandığını, ilahi inam ve desteğin nasıl tecelli ettiğini göreceksiniz. O savaşın her yerinde Ricalul Gaybın izlerini görürsünüz! Seyit Onbaşı’nın insan takatinin üstündeki bir ağır top güllesinikaldırması, basit bir Nusret mayın gemisinin, kibrin zirvesindeki deniz filolarını yarım saat içinde nasıl yerle bir ettiğine bütün dünya tanıktır. Acaba, Seyid Onbaşıya o ağır gülleyi kaldırtan kudret, Hz. Ali’ye Hayberin kapısını kotarttıran kuvvetten başka bir şey miydi?
Nusret mayın gemisinin bıraktığı mayınlarla koca İngiliz ve Fransız filolarını Çanakkale boğazının dibine gönderen ve onları biçilmiş mısır tarlası gibi tar u mar eden kuvvet, Ebabilleri Ebrehenin ordusunun üzerine salan kudretten başka bir şey miydi?
Hayır hayır! İnanın aynı idi. Siz nefsinizi tezekki (kad eflaha men zekkâhâ) edin. Siz hallerinizi Kuran ışığında yeniden inşa edin, bakın bakalım nasıl da Ricalül Gayb imdadınıza koşacaklar! (Hem de gelmeye başladılar elhamdülillah.)
Siz İslam’a, ciddi hizmet etmeyi sürdürün o kadar! Şuna emin olabilirsiniz Çanakkale’de, bir sis bulutunun içine giren İngiliz bölüğünü yok eden şey ile Hendek günü, müşrik ordusunu canından bezdiren ve bir an önce oradan kaçıp kurtulmaktan başka çare bırakmayan fırtına, aynı kudretin eseridir!
Kur’an, ilk başlangıçta “Bir Mümin, 20 kafire denktir” buyurmuştu. Yani “hakiki bir mümin, imanı kemalde bir Müslüman, 20 kafiri ve putperesti alt edebilir” diyordu. Ama sonra içimizdeki zayıfları da hesaba katarak her bir müminin en az iki kafiri alt edebileceğini bildirdi.
Yeter ki iman edelim, yeter ki büyük günahlardan nefsimizi uzak tutalım. Azmedince başaramayacağımız bir şey yoktur! Hem, savaş gibi yer ve gök ehlinin de işin içine dahil olduğu önemli olaylarda, Ricalul Gayb ve Kuddusiler, müminleri yalnız bırakmazlar. Müminin ne zaman öyle bir desteğe ihtiyacı oldu da Allah onları yardımsız bıraktı. Ama Allah zalime, münafığa, facire, fasığa merhamet etmez, yardım da etmez. Öyleyse sizin en çok yapmanız gereken nefsinizi İblisin sultasından kurtarmaktır. Elinde zulum kanı, kalbinde kibir, bedeninde haram ve günahların kiri ile rahmete mazhar olamazsınız!
Huneyn Günü, Müslümanların savaşın başında yaşadıkları bozgun, yüreklerindeki kibrinden dolayı idi. Güç ve sayyı ile başarı sağlayacaklarını sandılar. Hezimet başlayınca hemen istiğfar edip Rablerine yöneldiler. Kusurlarını anladılar ve hemen nedamet getirip tövbe ettiler de Cenab-ı Hak onlara destek ve sükûnet indirdi. Mümin sadece Allaha itimat eder ve güvenir…
Celaleddin Harzemşah’ta alınacak iyi örnekler var. Cengiz ordularına karşı sayısız savaşlar vermiş. Çoğu kere de yenilmiş ama onlarla savaşmaktan geri durmamış. Her seferinde “Benim vazifem savaşmaktır. Başarı veya yenilgi Allah’a aittir. Onu da kim hak etmişse Allah ona verir”, diyordu.
Bizler, hadiselerin nereye varacağına aldırmadan sırf Allah için doğru hareket eder ve ümmetin imdadına koşmaya çalışırsak, neticesine bakmadan üzerimize düşeni yaparsak, Allah da bize görünmeyen ordularla imdat eder…
İnanın bugün de onlar var. İşaretlerden de anlayacağınız üzere ricalul gayb devrede…