Nurdan Haber

Neyi Okumalı, Nasıl Okumalı? 

Neyi Okumalı, Nasıl Okumalı? 
28 Şubat 2018 - 0:17

 

Resul-i Ekrem Efendimize (sav.) risalet vazifesi tevdi edilmeden evvel, insanlık zifiri bir karanlık içine gömülmüş ve derin bir bataklığa saplanmıştı. Her tarafta küfür, şirk, zulüm, yağma, fuhuş ve putperestlik hâkim idi. İnsanlar Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine güneş gibi ayna olan harika eserleri okuyamadılar, onların ne mana ifade ettiklerini anlayamadılar, kendileri gibi mahlûk olan güneşe, ateşe, nehre, yıldıza, sığıra ve putlara taptılar. Çünkü onları hidayete erdirecek, yol gösterecek, eşsiz eserleri okutacak son kitap henüz nazil olmamış, o sonsuz nurun tebliğ edicisi olacak Fahr-i Âlem Efendimize nübüvvet vazifesi tevdi edilmemişti.

Kuran’ın ilk nazil olan ayeti “Oku!” ile başladı. Kur’an henüz nazil olmadığına göre, insan neyi okuyacaktı ve nasıl okuyacaktı? En son ve en mükemmel dinin tebliğ edicisi olacak en büyük zat ümmi idi, okuma yazma bilmiyordu. Onu bizzat terbiye eden, en üstün insan olarak yaratan Allah, en son kitabı gönderecek ve O’nu en mükemmel bir mürşit yapacaktı.

En Mükemmel Okuyucu

“Üstadı mutlak, Muktedâyı Küll, Rehberi Ekmel olan” Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) son resul olarak âlemlere rahmet olarak gönderilince bütün âlem nurlandı, kış bahara döndü. Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün enfusi ve afakî deliller, o büyük rehberin, o eşsiz kılavuzun ve o en büyük mürşidin sayesinde okundu ve anlaşıldı.

Bütün âlemleri en mükemmel bir şekilde okuyan Habib-i Kibriya Efendimiz (sav.) insanlara Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’ı anlattı, O’na iman etmeye ve yalnız O’na kul olmaya davet etti. Vahid ve Ehad olan Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İmanın esaslarını, ubudiyetin esrarını, yaratılışın sırrını ve hikmetin inceliklerini harika bir şekilde ders verdi. Yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda yüz yirmi dört bin (vir rivayete göre 114 bin) yıldız insan yetiştirdi.

Evet, okumanın ilk adımı kişinin kendisini okuması ve nefsini bilmesiydi. Zira “Nefsini bilen Rabbini bilecekti.” “Nefsini bilen Rabbini bilir” demek, “Kendini bilen Rabbini bilir” demekti. Allah’ı bilmenin ilk adımı nefsini bilmek, kendini tanımaktır. Kendini bilmenin ilk basamağı ise, ubudiyetin esası olan; “acz, fakr ve naksını bilmektir.”

İnsanın her şeye muhtaç olması “fakrını”, kendisine lazım olan hiçbir şeyi yapmaya güç yetirememesi “aczini”, yorulması, unutması, ihtiyarlanması, yemeden, içmeden ve uyumadan hayatını devam ettirememesi de kusurlu olduğunu ifade eder. İnsan sonsuz acizliği ile Rabbinin kudretine, fakirliği ile gınasına, noksanlığı ile de O’nun kemaline ayna olmaktadır. Bunların farkında olmak kendini bilmek ve kendini okumaktır. 

Kendini bilen ve okuyan insan, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel bir ayna olduğu anlar. Zira her mahlûk, esma-i ilahiyeye aynadır, nakıştır amma insan en büyük nakıştır yani “Nakş-ı azamdır.”

Kendini bilen, en büyük nakış olduğunu anlayan, kâinatın en mükemmel meyvesi olduğunun farkına varan insan, her hayrın Allah’ın elinde olduğunu, bütün nimetlerin Yüce Allah’ın inayeti, ihsanı ve keremi olduğunu idrak eder. Nefsini bilen insan; yaratılış gayesine göre hareket eder; Rabbinin sonsuz ihsanlarına karşı en mükemmel meyvesi olan şükür vazifesini ifa eder.

Kendini bilen ve okuyan şuurlu bir insan, vücudundaki her bir azanın binler hikmetini tefekkür eder, Rabbinin sonsuz ilmini, mutlak iradesini ve nihayetsiz kudretini anlar.

Kendini bilen insan, vücudundaki azaların birbiriyle münasebetinin ve birbirine yardımının ne kadar hikmetli olduğunu anlar. Şayet azalar arasında uyum, münasebet ve yardımlaşma olmasaydı aklının manasız, hayatının azap olacağını idrak eder.

İnsan kendisinin çok hikmetli yaratılışına ve ihsan edilen harika cihazlara nazar ettiğinde, o eşsiz duygularının, harika hislerinin ve mükemmel cihazlarının bu fani dünya için değil, ebedi bir hayatı kazanmak için verildiğini anlar.

Kendini bilen ve kâinat kitabını okuyan insan, hiçbir şeyin abes yaratılmadığını, her mahlûkun kendine has bir tesbihi olduğunu idrak eder.

Kendini unutmuş, yaratılış gayesinden habersiz, nefs-i emmaresinin kölesi olmuş ve Allah’ı unutmuş kişiye Allah da nefsini unutturur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.” (Haşir Suresi, 59/19)

Nefsini bilmenin başka bir ciheti de insanın yaratılış gayesini, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmesidir. Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: Dehrin (zamanın) akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde insanın adı dahi anılmazdı. Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple kendisini işiten ve gören bir varlık olarak yarattık.” (İnsan Suresi, 76/1-2)

Kendisinin bir damla sudan yaratıldığını, maddi ve manevi en güzel duygularla süslendiğini, mahlûkatın en şereflisi kılındığını, arzın halifesi seçildiğini, her şeyin onun istifadesine göre tanzim edildiğini, bütün bunların ancak Cenab-ı Hakk’ın inayeti ve lütfü olduğunu bilen insan nefsini bilmiş ve Rabbini tanımış olur.

Nefsini bilen insan, bu dünyada bir misafir olduğunu, ebedi bir saadeti kazanmak için imtihana tabi tutulduğunu bilir ve Rabbine karşı kulluk vazifesinde hassasiyet gösterir.Kur’an’ı rehber, sünneti ölçü edinir, istikamet dairesinde hareket eder, rıza çizgisinde yaşar, batıl itikatlardan ve günahlardan sakınır.

İnsana nefsini bildirmeyen ve Zat-ı Zülcelalin varlığına ve birliğine güneş gibi ayna olan eserleri tefekkür etmeyen akıl,kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Zira aklın meyvesi ve en mühim vazifesi tefekkürdür. 

Bunun içindir ki, Yüce Allah birçok ayette düşünmemizi, o harika eserleri okumamızı emretmektedir. Ne kendisini ne de kâinattaki harika eserleri okumayan, yaratıcının sonsuz kudretini, mutlak iradesini, nihayetsiz fiillerini düşünmeyen akılda hiç bir hayır yoktur. 

Kendini okuyamamış, hakikati bulamamış, yaratılış gayesinden habersiz ve ulvi hasletlerden mahrum olan bir insanın makamı ne olursa olsun, onun Yüce Allah’ın yanında hiçbir kıymeti yoktur.

İman, marifet, ubudiyet, tefekkür, zikir ve dua gibi ulvi hasletlerden mahrum olanlar mesleğinin zirvesine de çıksalar, fen ve teknik adına birçok eser de ortaya koysalar, yine de cehalet karanlığından kurtulamazlar. Onlar mesleklerinin faydasını sadece burada görürler.

Sadece fizik, kimya ve matematik gibi ilimler insana bir fazilet kazandırmaz. Bediüzzaman Hazretleri Münazarat adlı eserinde şöyle buyurur: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”

Yalnız kalbini besleyenler mutaassıp, aklını doyuranlar ise şüpheci olurlar. Midenin maddi gıdalara ihtiyacı olduğu gibi, akıl ve kalbin de manevi gıdalara ihtiyacı vardır. Aklın gıdası ilim, mantık ve fen gibi müspet ilimler; kalbin gıdası ise iman, marifet, muhabbet, zikir ve tespih gibi kudsi hakikatlerdir. Zira kalp ancak bunlarla tatmin olur.

Sebepler Perdedir

Kendisini ve kâinat kitabını okuyan mütefekkir bir insan, hiçbir mahlûkun başıboş olmadığını, onların emir tahtında hareket ettiklerini idrak eder. Birbirini tanımayan şuursuz mahlûkların kendisine hizmet ettirildiğini, bu kadar harika işlerin meydana gelmesinde onların hiçbir tesirlerinin olmadıklarını, onların sadece birer perde olduklarını anlar.

Kendini bilen mütefekkir bir insan, “Bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz” olamayacağını bilir, her neye ve hangi hadiseye bakarsa baksın, onun arkasında Rabbinin sonsuz fiillerini ve nihayetsiz tasarrufunu idrak eder. Bu kadar sanatlı ve hikmetli eserlerin ve icraatların; “şuursuz sebeplerin, kör tesadüfün, sağır tabiatın” işi olamayacağını anlar. Kâinattaki bedi ve garip eserleri ibretle okur, her varlık üstünde Cenab-ı Hakk’ın silinmez ve taklit edilmez mührünü okur.

Kendini bilen ve okuyan insan, Yüce Allah’ın bütün mahlûkatı en mükemmel bir şekilde terbiye ettiğini, onları insana hizmet için seferber kıldığını, eşyanın vücuda gelmesini bir takım sebeplere bağladığını anlar. Bütün sebeplerin birer perde olduğunu; o adi ve basit sebeplerden meydana gelen eşyanın ise harika, mükemmel ve kusursuz olduğunu görür. Ağacın meyve vermesi, nutfeden insanın yaratılması, yumurtalardan civcivlerin çıkması, kafatasında saçın bitmesi gibi harika işlerin, mükemmel neticelerin adi ve şuursuz sebeplerin işi olamayacağı, o sebepleri de onlardan meydana gelen harika neticeleri de yaratan sonsuz kudret sahibi Rabbine hamd eder.

Evet, toprak, hava, su ve güneş eşyanın vücuda gelmesinde birer sebeptirler. Birinin olmaması halinde istenen maksat hâsıl olmaz. Ancak o neticeler o adi sebeplerin işi değildir. Eğer meyvenin meydana gelmesi güneşin işi olsa idi karpuzun dışı yeşil, içi kırmızı olur muydu? Salatayı yeşerten, limonu sarartan ve domatesi kızartan Allah’tır.

Küçük bir ceviz için koca bir ağacı vesile kılan Allah, ince bir telden kavun, karpuz ve kabak gibi nice sebze ve meyveleri yaratmaktadır. Tohum ekmeden buğday elde edilmez ama buğdayın meydana gelmesi şuursuz toprağın işi değildir. Bir mısır danesinden yüzlerce mısır yaratmak Allah’a hastır.

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )