Nurdan Haber

Risale-i Nur’da Genelleme ve İzafiyet-6

Risale-i Nur’da Genelleme ve İzafiyet-6
27 Mart 2018 - 0:08

Bazı hadisler, iyi ve kötü işlerin sevap ve günah karşılıklarında uç durumları nazara vererek iyi amelleri teşvik eder ve kötülerden sakındırır. Zahiren mizana uygun düşmeyen bu tür hadislerden hüküm çıkarırken, ‘bu amelin karşılığı her seferinde budur’ determinist ve genellemeci yaklaşımı yerine ‘bu amelin karışılığının böyle olduğu durumlar da vardır ve mümkündür’ seçici yaklaşımı kullanılmalı ve mizan korunmalıdır:

Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’ İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Her bir iki rekât namazda bu mana külliyet ile [genel olarak] mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî [tümünü kapsayan] değil. Zira, kabulün madem şartları vardır; külliyet [genellik] ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet [genellik] ise, imkân [mümkün olma] itibarıyladır. Meselâ, ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi azat etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi tergip [rağbet ettirme] ve teşvik için o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.” 36

Bazı hadisler de sadece özel durumlar için geçerlidir, genellenemez. Bunda da belirleyici unsurlar genel akıl, hikmet ve izandır. Mesela Bediüzzaman ‘Ahir zamanda beni görmeyen ve iman getiren, daha ziyade makbuldür.’ mealindeki hadis için “fazilete dairdir, has bazı eşhas hakkındadır” der ve genelde bunun tam tersinin geçerli olduğunu ifade eder. Nitekim, bu hadisi delil göstererek sorulan “Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise imanımız daha kavidir [kuvvetlidir]. Hem, kuvvet-i imanımıza delâlet eden [imanımızın kuvvetine işaret eden] rivayet var?” sorusuna akıl, hikmet ve izandan süzülmüş şu susturucu cevabı verir:

Sahabeler, o zamanda, efkâr-ı amme-i âlem [dünya kamuoyu] hakaik-ı İslâmiyeye muarız [itiraz eden, karşı] ve muhalif iken, Sahabeler yalnız suret-i insaniyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görüp, bazen mu’cizesiz olarak, öyle bir iman getirmişler ki, bütün efkâr-ı amme-i âlem [dünya kamuoyu] onların imanlarını sarsmıyordu; şüphe değil, bazısına vesvese de vermezdi. Sizler iseniz, kendi imanınızı Sahabelerin imanlarıyla muvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı amme-i İslâmiye [İslam alemi kamuoyu] imanınıza kuvvet ve senet olduğu hâlde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şecere-i Tuba-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini değil, belki umum envar-ı İslâmiye ve hakaik-ı Kur’âniye ile nuranî muhteşem şahs-ı manevîsini, bin mu’cizat ile muhat [çevrelenmiş] olarak akıl gözüyle gördüğünüz hâlde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imanınız nerede; bütün âlem-i küfrün ve Nasarâ ve Yehudun ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan Sahabelerin imanları nerede? Hem, Sahabelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı [sızıntıları] olan şiddet-i takvaları [günahlardan kaçınmadaki hassasiyetleri] ve kemal-i salâhatları [mükemmellik derecesinde dindarlıkları] nerede; ey müddei [iddia sahibi], senin şiddet-i zaafından [zayıflığının şiddetinden] feraizi [farzları] tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede? 37

Zaten doğru bir akıl ve doğru anlaşılmış nakil çelişemez, çünkü ikisinin de kaynağı birdir. Eğer bir çelişki var gibi görülüyorsa, akıl esas alınır: “Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz [çelişki, zıtlaşma] ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.38 Çünkü ortak akıl, tüm insanlar için geçerli ve birleştirici bir referanstır; ve İslam genel aklın kabul edemiyeceği bir şekilde anlaşılıp uygulanamaz.

Diğer yaygın bir genelleme hatası da ihatasızlıktan kaynaklanan esmâ ile alakalı genellemelerdir. Allah’ın isimleri sonsuzdur ve isimlerinde bir sınır veya noksanlık sözkonusu değildir. Ancak esmâ, uyumlu bir manzume teşkil eder ve herşeyde herbir isim makamın izin verdiği seviyede tecelli eder. Esmânın tecellisinde adalet, yerli yerindelik ve ondan kaynaklanan güzellik esastır; çirkinliğe yer yoktur. Mesela Allah sonsuz kudret ve irade sahibidir ve elbette istediğini yapar. Ancak bu demek değildir ki bazı zalim ve cahil hükümdarlar gibi adaletli, adaletsiz, hikmetli, hikmetsiz, güzel, çirkin demeden keyfine göre hareket eder. Allah sonsuz kudret ve irade ile birlikte sonsuz ilim ve hikmet sahibidir ve hikmete zıt bir iş yaparak asla hikmetsizlik çirkinliğini irtikap etmez. Kur’an’ın ifadesi ile, “O’nun kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir.” (Rum Sûresi, 30:27; Ümit Şimşek). O yüzden, Allah’tan hikmet kanunlarına aykırı bir şey yapmasını beklemek, otomatik red cevabı talep etmektir.

Mesela Allah iman nurunu istediğine verir ve cennete istediğini sokar. Ama bunu rastgele değil hikmet ve adalete tam uygun olarak yapar ve liyakata göre hükmeder. Keza Allah Şafi’dir ve şifa ondandır. Ancak şifa nurunun pırlantaları olan ilaçları kullanmayı reddetmek mü’minlik değil münkirliktir; Allah’ın Hakȋm ismini yok saymaktır. Muvaffakiyete ulaşmak için gerekli merdivenler hikmetle kurulup ilan edildiği halde, bu hikmet merdivenlerine sırtını dönüp, tembellikle mezcolmuş inançla kudrete yönelip iltimas talep etmek, yüksek bir iman değil bir isyandır, Hakȋm ismine itirazdır.

Benzer şekilde Allah’ın şefkatinin sonsuzluğu, adaleti ve dolayısı ile suçlulara ceza vermeyi iptal etmez. Çünkü adaletin yokluğu zulümdür, zulüm ise büyük bir çirkinliktir. Evet, Allah Kadir’dir; ancak Allah’ın kudretini diğer mukaddes isimlerinin hükümlerini iptal edecek şekilde kullanmasını beklemek ihatasızlık ve hatadır. Zira tevhid sırrıyla bu nurani isimlerin her biri tüm isimleri ihtiva eder. Yani bir isim tüm esmâda ve tüm esmâ her isimdedir. Fark, farklı durumlarda farklı isimlerin hâkim konumunda olması, yani bir isim güneş gibi parlayınca diğerlerin yıldız konumuna girmesidir.

Nurani ‘Hak’ isminin tezahürleri olan hakikatlar nurdur ve güneşten gelen yarı-nurani ışık gibi herşeyi ihata ederler. Ancak latif olan nur veya ışık kesafet kesbetmez, elle tutulmaz, ihata edilmez ve bir kalıba sokulmaz. Nur veya ışık her varlıkta o varlığın karekterine uygun bir tarzda değişik renk ve tonlarda yansır. O yüzden, sadece cansız maddi varlıklarda, onlarda da atom boyutu üstünde, geçerli olan determinizmi – yani kanun ve prensiplerin mutlak belirleyiciliğini – nur ve ışık gibi madde-dışı varlıklara da uygulamaya kalkmak geçersiz bir yaklaşımdır. Hatta madde olmamasına rağmen (enerji) yine de fizikȋ bir varlık olan ve tüm renkleri bünyesinde barındıran ışığın renginin ne olduğu sorusunun doğru cevabı ‘renksiz’dir. İnsan ise soyutu kavrayamama ve ancak somut örneklerle anlayabilmekden kaynaklanan cehlinden, kolaycılığa kaçan tembelliğinden ve müdakkik bir yaklaşımla eleştirel düşünceye olan aczinden dolayı yarı-nuranı latif ışığa bile kesif bir renk izafe etme basitliğine meyletmekte ve ışığı ‘beyaz’ olarak nitelendirmektedir. Bu yanlış algının da sebebi, üzerine gelen ışığın tamamını yansıtan şeylerin göze ‘beyaz’ görünmesidir.

Altın, karekteri icabı ışığın elektromanyetik spektrumda sadece sarı bandına karşılık gelen kısmını yansıttığı için sarı görülürken, portakal da aynı sebeple ‘portakal’ renginde, yapraklar ise yeşil renkte görülür. Ağaçların yapraklarına bakıp ‘ışık yeşildir’ genellemesi ne kadar yanlışsa, gökyüzüne bakıp ‘ışık mavidir’ demek de o kadar yanlıştır. Hele hele ışığın rengini kesin olarak kararlaştırmak için bilimsel tartışmalar yapmak komiktir. Dünyada herşey beyaz olsaydı ve ‘işte, ışık beyazdır’ denebilseydi, basit görüşlü insanlar herhalde zihnen çok rahatlayacaktı. Ama o zaman değişik renklerde yansıyan nurani güzellik ışığı yok olacaktı ve rengarenk alemi seyretmekten doğan lezzet de olmayacaktı.

Soyut nurani hakikatler de farklı somut durumlarda farklı renklerde yansır. Bunda bir güzellik ve akıllar için bir zenginlik vardır – yeter ki insan zulmetli kısa nazarıyla ve tahakküm damarıyla hakikatin tek bir olaydaki yansımasını tüm olaylara teşmil etmesin ve ‘hakikat budur’ demesin. Bir bahçede rengârenk güllerde yansıyan ve renk cümbüşüyle gözlere bir güzellik ziyafeti veren ışık gibi, hakikat ziyası da olaylarda şekilden şekile girip envai tarzda yansıyarak ve hakikatin tüm inceliklerini tezahür ettirerek akıllara bir seyrangah ve şölen sunar. Karanlık akıllar hakikatin her somut olaydaki yansımasına ‘hakikat budur’ diye sarılıp onu genellerler ve hakikate zulmederler – gördükleri tam doğru olmuş olsa bile. Nurlu akıllar ise hikmetli nazarlarıyla aynı olaya ‘hakikat bahçesinin güzel bir gülü’ olarak bakıp gül ile bahçeyi adaletle ayrıştırırlar ve tek bir güle bahçe deme cahilliğini irtikap etmezler. Hatta nazarlarını bahçeden de kaldırıp nur-u hakikatin kaynağı olan Şems-i Hakk’a çevirirler.

İnsanlarda mânâ merkezi olan kalp makinasının gıdası güzelliktir, neticesi de lezzettir (ki ikisi de maddede yansır, ama madde-dışıdır). Işık tek düze olsaydı – örneğin insan yüzleri ve güller de dâhil her şey yeşil olsaydı – orada güzellik ışığı parlayamayacaktı. İnsanlar da çiçeklerden kıyafetlere kadar uyumlu renklerde yansıyan ve güzelliğe meftun kalpleri mest eden güzellik ışığından ve o ışığı massetmekten doğan lezzetten mahrum kalacaklardı. Benzer şekilde, Hak ismi ve diğer esmânın değişik renk ve tonlardaki yansımaları olmasaydı, bu isimlerle ilgili güzellik nuru tezahür edemeyecekti. Her şey basit, ama silik olacaktı. O yüzden hakikatlerin değişik formlarda değişik renk ve tonlarda tezahür etmesine bir zenginlik olarak bakılmalı ve onları tek bir forma ve kalıba sokma gayretine girmekten kaçınmalıdır. Çünkü esmânın tezahürleri sonsuzdur ve kayıt altına alınamazlar. Böyle durumlarda genelleme, aslında bir kısıtlamadır. Dinde her soruya her zaman ve zeminde geçerli tek doğru cevap bularak tüm diğer cevapları yanlış ilan etmeye ve muhakeme kapısını kapatmaya meyledenlerin kulakları çınlasın.

36 Nursi, B. S., Sözler, 24. Söz, 3. Dal, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 557.

37 Nursi, B. S., Sözler, 27. Söz, Sahabeler Hakkında Zeyl, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 802.

38 Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 13.

 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )