Nurdan Haber

Risale-i Nur’da Genelleme ve İzafiyet-7

Risale-i Nur’da Genelleme ve İzafiyet-7
30 Mart 2018 - 7:18

İZAFİYET

Dünyada herşeyin bir ömrü vardır – değişmez gibi görülen bazı doğruların bile. Her yeni çağ kendi değerler sepetiyle beraber gelir ve miadı dolmuş eski değerleri tedavülden kaldırır. Bir sahne gider, yeni senaryoların sergileneceği başka bir sahne gelir. Bunu görmemek ve hala eski değerlere takılı kalıp onlarla iş görmeye kalkmak çağ dışı kalmaktır ve bunun neticesi de fakirlik, itibarsızlık ve çağdaş dünyadan kopmaktır.

Doğruların büyük bir çoğunluğu mutlak değil izafidir – yani zaman ve zemine bağlıdır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Hakaik-i nisbiye [göreceli, izafi gerçekler], büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden [göreceli olmayan, esas mahiyeti ve zatı itibariyle gerçek olan şeyler] çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür.39 Şartlar değişince birçok doğru, yanlış oluverir.

Mesela su her zaman H2O’dur ve H2O her zaman sudur. Ama su belli şartlarda sıvı haldedir ve şartlar değişince buhar veya buz oluverir. O yüzden suyun sıvı mı veya katı mı olduğu tartışması geçersizdir. Doğruyu ortaya çıkarma adına yapılan tartışmalar genellikle fikir ayrılıklarıyla sona eriyorsa, sebebini pek dikkate alınmayan bu ayrıntıda aramak gerekir. Tartışmaların hedefi doğru fikri belirlemek değil, hangi fikrin hangi şartlarda doğru olduğunu ortaya çıkarmak olmalıdır. Bu da tartışmacıların doğru ve kapsamlı bir bilgi ve keskin bir akıl sahibi olmaları, kendilerini önyargı ve saplantılardan arındırmaları ve geniş bir bakış açısı takınmaları ile mümkündür. Bir zamanlar geçerli olmuş doğruları – dindeki teferruata dair hükümler dahil – değişmez doğrular kabul edip onlara sıkı sıkıya sarılmak ezbercilik ve akıl yoksunluğudur.

Bediüzzaman, imanla alakalı meseleler gibi değişmeyen öz (muhkemat) dışındaki meseleler (füruat) ile ilgili hükümlerin bir zamanlar faydalı iken bu zamanda zararlı hale gelebileceğini ifade eder, ve bunun belirlenmesinde de genel faydalılığın geçerli bir kriter olduğuna işaret eder. Bazı ayetlerin zaman içinde nesh edilmiş olmasını da buna delil gösterir: “Mevasim-i erbaada [dört mevsimde] giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne [değişimine] lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet [fayda, gaye, sır, sebep] ve maslahatın [fayda] iktizası [gerektirmesi] üzerine, ömr-ü beşerin [insanlık ömrünün] mertebelerine [derecelerine] göre ahkâm-ı fer’iyede [esasa âit olmayan hükümlerde] tebeddül vardır. Çünkü fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat [fayda] iken, diğer bir zamana göre mazarrat [zarar] olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere [diğer bir şahsa] dâ’ [dert] olur. Bu sırdandır ki, Kur’an fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir [kaldırmıştır]. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.40

Herşey izafidir’ deyimi tüm dünyada yaygın olarak kullanılır. Ancak basitliğe olan temayülden ve dikkatli irdelemenin zorluğundan dolayı, insanlar hayatlarına yön verecek olan gerçekliklerin kutup yıldızı gibi sabit olmasını arzu ederler. Kâinatta zıtlar birbiriyle karıştığı ve zıt unsurlar birbirleriyle karıştırıldığı için hasletler mutlak değil izafidir. Üstelik hiçbir şey sabit kalmıyor, herşey değişiyor. Bediüzzaman’ın ifadesi ile, Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemâl noksan, ziya zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, îman küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad [zıdlar] birbiriyle çarpışıyor. Daima tegayyür ve tebeddülâta [değişime] mazhar oluyor.” 41

Hukuktaki masumiyet karinesi yani aksi ispatlanmadığı sürece zanlıların masum addedilmeleri esas olduğu gibi, yaratılışta da hayır, güzellik, mükemmellik, kolaylık, faydalılık, temizlik, helallik esastır ve insanların vazifesi hüsn-ü zan yani iyiye yormaktır – aksine bir delil veya emare bulunmadığı sürece. Bediüzzaman bu güzel vasıfların zıtlarının bazı hikmetlere binaen dolayısı ile var olduğunu ifade eder: “Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzât ve Sâni’-i Zülcelal’in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.” “Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebaîdir [dolayısıyla olan] ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî [ölçü birimi] olarak hilkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.42

Bediüzzaman, zıdların karışmasının hikmetini de şöyle izah eder: “Evet bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennem’siz Cennet’in pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sünbül verip çok hakikatlar olur. 43 Bediüzzaman cennet hazları ile cehennem elemleri arasındaki izafi bağlantıyı şöyle kurar: “Cennet olmazsa, Cehennem tâzip etmez.”44 Yani cehennemdeki en kahredici azap, cennetin referans alınmasıyla, cennet hazlarından mahrumiyettir.

Bu durum insanların daima teyakkuz halinde olmasını ve muhakemeyi elden bırakmamasını gerektiriyor. Nisbi gerçeklik, nispet edilen şeye göre değişir: “Evet güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (A.S.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur.” 45 “Gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.” 46

Söylenen bir sözün veya yapılan bir hareketin değeri izafidir, yani söylendiği ve yapıldığı şartlara bağlıdır: “Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Nasıl ki oldu da. Öyle şerait tahtında [şartlar altında] olur ki, küçük bir hareket insanı âlâ-yı illiyyîne [yukarıların en yukarısına] çıkarır. Öyle hal olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i sâfilîne [aşağıların en aşağısına] indirir.” 47

İnsanların gözlemlediği şey mutlak, ancak çıkardıkları hükümler izafidir. Aynı şey gözlemlenmesine rağmen, referans alınan bakış açısına yani giyilen gözlüğe göre, farklı hükümler çıkarılır. Bediüzzaman doğru bir bakış açısının fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimlerini Allah’ı bilmeye çevireceğini ifade eder – aynen niyetin adetleri ibadete çevirdiği gibi: “Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât [adetler], ibâdât. Öyle tarz-ı nazarla [bakış açısı] fünun-u ekvan [doğal bilimler, kâinata dair fenler], olur maarif-i İlâhî [Allah’ı bilme].”48 Hatta fen bilimlerinin ve medeniyet harikalarının Allah’ın esmâsına ulaşmak için merdiven olarak kullanılabileceğini belirtir: “Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esmâ-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esmâ-i Rabbaniyemeçıkasınız ve o esmânın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”49 Yani fenler ve medeniyet harikaları için hüküm izafidir: Bazılarının gaflet perdesini kalınlaştırırken, bazılarına marifetullah için merdiven olur.

İmandan sonra en mühim hakikat amel-i salihtir ve insanlar kolaylarına geldiği için amel-i salihi de genellemeye meyillidir. Yani salih amellerin net olarak ortaya konmasını arzu ederler ve onları şartlar ne olursa olsun yapmak isterler. Ancak salih ameller mutlak değil, izafidir. Şartlar değişince hüküm de değişir. Hatta büyük günahlar için bile evrensel bir liste oluşturmak zordur, çünkü onlar da zaman ve zemine göre değişiklik arzederler. Hadiste de ifade edildiği gibi, “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”

Bediüzzaman bu izafiyeti dikkatlere arzederek ezberleri bozar ve birçok iyi hasletin yerleri değişince mahiyetlerinin de değişeceğini izah eder: “Kur’an sâlihat’ı [dine uygun güzel işleri] mutlak [kapsamı sınırlandırılmamış, sınırları çizilmemiş], mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler [güzel ve üstün hasletler], hüsün [güzellik] ve hayır çoğu nisbîdirler [izafi, göreceli]. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça [indikçe] ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe [yer değiştirdikçe] başkalaşır. Cihet [bakılan taraf, yön] muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.” 50

Sonra gerçek hayattan yaygın örnekler verir: “Meselâ, zayıfın kavîye [kuvvetli] karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür [kibirlenme, büyüklenme] olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül [zelillik, aşağılık] olur. Meselâ, bir ulü’l-emir [hükümdar, başkan, müdür], makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti [alçak gönüllülük, tevâzu] zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur. Meselâ, tertib-i mukaddematta [önhazırlık safhasında] tefviz [işini Allah’a havale etme], tembelliktir. Terettüb-ü neticede [neticelerin alınmasında] tevekküldür. Semere-i sa’yine [çalışmasının neticesine], kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa’yi [çalışma şevkini] kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir [gayretsizlik, himmetsizlik]. Meselâ, fert, mütekellim-i vahde [kendi adına konuşsa] olsa; müsamahası, fedakârlığı, amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maa’l-gayr [başkaları adına konuşan] olsa hıyanet olur. Meselâ, bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs [nefsini kırma, arka planda tutma] eder, tefahur edemez [övünemez]. Millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et [bir mes’eleyi derin tetkik ile meydana çıkarma]. Madem ki, Kur’ân, bütün tabakata [insan sınıflarına], bütün a’sârda [asırlarda], kâffe-i ahvâlde [bütün haller, durumlar] şâmil [kapsayan, içine alan] bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî [izafi, göreceli] hüsün, hayır çoktur. Sâlihât’taki ıtlakı [kısa ve öz tutma, sınırları çizmeme], beliğâne bir îcâz-ı mutnebdir [mu’cizevî bir uzatmadır]. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.” 51

Öyle görülüyor ki tevazu, tevekkül, kanaat ve fedakârlık gibi güzel hasletler ancak uygun şartlarda güzeldir. Şartlar değişince bu hasletler için hüküm tersine döner. Yani hale uygunluk her zaman muhakeme edilmeli ve şartlar gerektirince genel anlayışa zıt hareket etmekten çekinmemelidir.

Mesela sadakanın açığının mı yoksa gizlisinin mi daha makbul olduğu sorusuna Kur’an’ın cevabı sükuttur. Verilenlerin çoğunlukla izzetleri zedelenebilecek kişi olması ve verenlerin de riya tehlikesine maruz kalması sebebiyle sadakanın genellikle gizlisinin makbul olduğu ifade edilse de, öyle anlar olur ki bir açık sadaka, himmetleri tetikleyip bir çığ etkisi yaratarak binler gizli sadakaya bedel olur – ilk sebep olan kişi nefsine mağlup olup riyaya düşmüş ve sadakası boşa gitmiş olsa bile. Bediüzzaman İmam-ı Gazalî’nin “Bazen izhar [gösterme] çok defa ihfadan [gizleme] daha ziyade efdal [faziletli] olur.” Sözünü şöyle izah eder: “Yani aşikâre yapmakta, başkalar ya istifade veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette ve sefahatte muannit ise, karşısında şeair-i İslâmiye nev’inde izhar etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlâs dersini tam alanlarda, değil riya, belki gizliden tasannu karışmamak şartıyla, çok ziyade sevaplı olabilir diye bir teselli buldum.” 52

39 Nursi, B. S., İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 27.

40 Nursi, B. S., İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 50.

41 Nursi, B. S., Sözler, 29. Söz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 532.

42 Nursi, B. S., Hutbe-i Şamiye, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 38-39.

43 Nursi, B. S., Şualar, 11. Şua , Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 232.

44 Nursi, B. S., Mektubat, Hakikat Çekirdekleri No. 78, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 466.

45 Nursi, B. S., İşatat-ül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 123.

46 Nursi, B. S., İşatat-ül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 124.

47 Nursi, B. S., Sünuhat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 11.

48 Nursi, B. S., Sözler, Lemeat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 723.

49 Nursi, B. S., Sözler, 20. Söz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 262.

50 Nursi, B. S., Sünuhat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 3.

51 Nursi, B. S., Sünuhat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 3; Sözler, Lemeat, s. 725.

52 Nursi, B. S. (2010). Şualar, 13. Şua, İstanbul: Envar Neşriyat

 

 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )