Röportaj: Abdurrahman Iraz – Nurettin Huyut
1928 Yılında Adıyaman’da doğdu.
Askerliğini İstanbul Davutpaşa da yaptı. 1942 yılından 1960 yılına kadar ayakkabı imalatçılığı yaptı.
1952 de Risale-i Nurları tanıdı. Bir çok kez üstadı ziyaret etti elini öptü.
1960 yılından sonra sekiz sene kadar kitap neşriyatıyla ilgilendi. Daha sonra halı ve mobilya üzerine esnaflığa devam etti.
Adıyaman’ın ileri gelenlerindendir ve halen Adıyaman’da oturuyor.
İlk olarak Bediüzzaman’ın ismini ve Risale-i Nuru nerede ve nasıl duydunuz? Duyduğunuzda neler hissettiniz?
Askerden geldikten sonra arkadaşlarla beraber eski kötü alışkanlıklarımızı bırakmıştık. Her zaman gittiğimiz kahvenin bir köşesi dini sohbet yeriydi. Ben Sebilür-reşada abone olmuştum. O zaman Risale-i Nur’un mahiyetinden haberim yoktu. Aynı zamanda Binnur mecmuası da vardı, fakat bu mecmua Nurcuların değildi. Bir ara Sebilürreşadda Bediüzzamanın Gençlik Rehberi müdafaası, Eşref bey tarafından yazıldı. Onu okuyunca çok etkilendik. Cesurane bir tavırla, “Ben istersem, şu kadar zamanda intikamımı alırım.” gibi cümleler adeta gönüllerimizi fethetmişti. Öyle hoşumuza gitmişti ki, biz de cesaretlenmiştik. Bediüzzaman ismini ilk olarak orada duydum. Sene 1952…
Ben ara sıra ayakkabı malzemesi almak için İstanbul’a gider gelirdim. O zaman yine gittiğimde Eşref Bey’in yanına uğrayıp Üstad’ın müdafaasını okuduğumu, çok etkilendiğimi ve o Hazreti ziyaret etmek istediğimi söyledim. Nerede olduğunu sordum. Emirdağ’da olduğunu söyledi. Ben Bediüzzaman’ın Isparta’da olduğunu duymuştum deyince: “Eğer benden soruyorsan Üstad şu an Emirdağ’ındadır” dedi. Aslında mecmualarda da pek bahsi geçmezdi Nurcuların ve Bediüzzamanın. Bu sebeple de tanımamamız normaldi.
O zaman karar verdim Üstadı ziyaret etmeye. Fakat araba yoktu. Eskişehir’e giden bir araba buldum. Eskişehir’den de Emirdağ’ına giden bir vasıta buldum. Emirdağ’ında bazı kişilerle karşılaştım. Bana nereye gittiğimi, neden buraya geldiğimi sordular. Ben de Bediüzzamanı ziyarete geldim dedim. Bana Osman Çalışkanın bakkal dükkânını tarif edip, oraya gitmemi, onun beni Üstada götürebileceğini söylediler. Dükkâna gittim. Osman ağabey önce bana “hay hay götürürüm” dedi. Sonra da “Üstadın müsait olmadığını, görüşemeyeceğimi” söyledi. Ben de üzülerek dışarı çıktım. Az evvel bana yol tarif eden adamlar dükkânın dışında bekliyorlar. Bana: “ Ne yaptın?” diye sordular. Ben de durumu anlattım. Öyleyse Mehmet çalışkana git dediler bu defa da. Zaten hemen yandaki dükkândaydı. O da tıpkı Osman Çalışkan gibi önce kabul etti, sonra Üstad müsait değil, görüşemezsin.” Dedi. Kendi kendime “ne kadar uzak mesafelerden geliyoruz, ne zahmetlere katlanıyoruz, fakat Bediüzzamanı göremiyoruz” diye söylendim.
Otele çıkıp ağlamaya başladım. Bu sırada el açıp: “ Ya Resulallah! Sana gelen hangi bir bedeviyi geri çevirdin ki, Hoca bizi böyle geri çeviriyor?” diye içten bir dua ettim. Sanki biri bana “Kalk!” dedi. Ben kalktım. Aşağı indim. Doğru Üstadın evine gidiyorum, kapıda uzun boylu bir genci gördüm. Heyecanla: “Ne yaptın?” diye sordu. Ben cevap vermedim. Evden içeri girdim. Genç benim şapkamı çıkarttırdı. Çünkü o zaman herkes şapka takıyordu. Bir asker edasıyla durdum. Sonradan öğrendim ki o kişi Mustafa Acet’miş. Daha sonra Üstad “oturun” dedi. Üstadın önünde oturduk. Benimle çok ilgilendi.
Üstad Hazretleriyle neler konuştunuz?
Bu görüşme altın kıymetindedir gibi bir şeyler söyledi. Bana “ Adıyaman kaç hanedir?” diye sordu. Bende akıldan bir sayı söyledim. Üstad Risale-i Nurları anlatmaya başladı. Anlatıyor ama ben bir şey anlamıyorum. Emirdağ’ında bir yangın olmuş. Fakat o yangının olduğu yerde içinde Risale-i Nur eserleri olan bir dükkân da bulunuyormuş. O dükkân yanmamış. Aklımda kalan sadece buydu. Sonra: “Bu kardeşimize kitap verelim” dedi. Sonra vazgeçti: “Yakalarlar” dedi. Hulusi ağabeyden bahsetti bir de. Sanki her gün görüşüyorlarmış gibi bir şeyler sezdim anlattıklarından. “Burası uzak. Eğer bir müşkülünüz olursa Hulusi beye gidersiniz. Eserleri de ondan temin edersiniz.” diye tembihledi. Bir ara sen: “Kürt müsün?” diye sorunca ben Kürtçe bilmediğimi, annemin Kürt, babamın Türk olduğunu söyledim.
“Baban da Kürt” diye cevap verdi. (Gülüşmeler) Meğer Üstad hiç Kürtçe konuşmazmış. Beni konuşturmak için soruyor bu soruları. Sonra bana ilk arabayla Emirdağ’dan çıkmamı söyledi. Dışarı çıktım. Üstü açık bir kamyonet “Çay” diye bağırıyor. Üstad ilk araba dediği için hemen kamyonetin arkasına atladım. Çay’a gelince, sen burada ineceksin dediler. Gece yarısı olmuştu ama inmek zorunda olduğum için, Çayda indim.
İlerde gördüğüm bir ışığı takip ettim. Baktım ki İstasyonmuş. Tren de tam o sırada gelmek üzereymiş. Hemen bilet alıp trene bindim. Adıyaman’a gelip arkadaşlara anlattım. Fakat arkadaşlarda pek bir şey bilmedikleri için bir hafta sonra Malatya’ya, oradan da Elazığ’a gittim. Hulusi ağabeyin yanına gittim. Onu ilk görüşümdü. Üstadın selamlarını söyledim. Hulusi ağabeyde etkilendi.
Beni yakalarlar diye Üstad bana eser vermedi, sizden almamı söyledi deyince bana: “Malatya’da Reşat Kuyumcusu var. Oradan temin edebilirsiniz.” Dedi. Zaten eser yoktu o zaman, teksir makinesiyle yazılmış bölümler vardı. Ben hemen Malatya’ya gittim. Reşat Kuyumcusunu buldum. Bana küçük, küçük Osmanlıca yazılmış risaleler getirdi. O eserleri Adıyaman’a getirdim. Kimse Osmanlıca bilmiyordu doğru düzgün. Emin Bey vardı Allah razı olsun. Hem güzel okurdu, hem güzel anlardı, hem güzel anlatırdı. Onun sayesinde anlamaya başladık. Diğer eserleri de onun sayesinde temin edebildik.
O zaman elektrik yoktu. Lamba vardı. Odanın yukarısına konulurdu. Emin ağabey de bir gözüyle o kadar güzel okurdu ki, çok etkilenirdik. Böylece Adıyaman da kısa sürede tarikatçılarda bize katılmaya başladı. Benim evin dışında sokağa bakan küçük bir odamız vardı. Orayı dershane yaptık. Dershanemizin içinde iki hasır seriliydi. İki keçe vardı o kadar.
Daha sonra Üstadı ziyaretlerimin birinde: “ Dershane açtık, üstüne Risale-i nur dershanesi yazacağım” dedim. Üstad: “Yaz” dedi. Dışarı çıkınca Zübeyir ağabey koşa koşa yanıma geldi: “ Üstad hazretleri hizmet adına ne söylersen yap der. Ama sen böyle yapma, suçtur” dedi.
Üstadın yap dediği bir şeyin karşılığında Zübeyir ağabeyin yapma demesi sizce ilginç değil mi?
Bir gün bir müdafaa yazan bir talebe Üstadın yanına gidip müdafaasını okumuş. Üstad: “Tamam kardeşim, git oku!” demiş. Orada bulunan diğer talebelerse bu müdafaa okunursa bize zarar verir diyerek okumasını engellemek istemişler. O kardeş de müdafaasını değiştirmiş. Şimdi Üstadın: “Tamam” dediği hedefine gider. Hizmet adına Üstad engelleme değil, teşvik ettiği için böyle tamam diyor. Fakat Zübeyir ağabey ikaz etmek maksadıyla böyle yaparsan zarar görebilirsin anlamında söyledi o sözü. Gerçekten de o zaman Risale-i Nurun ismine düşmandılar. Gerçi elhamdülillah çok cesurduk. Fakat bu nokta da Üstad da haklı, Zübeyir ağabey de haklı. Zübeyir ağabey Üstadın arzusunu söyledi. Üstad aklındakini söylemiyor. Bizim şevkimizi kırmamak için bizim arzumuza tabi oluyor. Ama Zübeyir abi üstadın her şeyde ihtiyat ettiğini bildiği için bizim ihtiyatlı olmamızı istemişti. Bu sebeple su-i zan etmemek gerekiyor.
Mesela bir defasında Ankara mahkemesine gittik. Üstadı davet etmişler. Gece yarısı olmuştu. Her yerden Nurcu kardeşler gelmişti. Yarın da mahkeme olacak. O zaman Said Özdemir ağabey bakıyordu dershanelere. Üstadı getirmek için, kimin gideceğine karar verilemeyince kura çekelim dediler. Kura da İsmail adında bir astsubay çıktı. “Astsubay ben üstadı görmüşüm. Refet Kavukçu gitsin.” Diye hakkını ona verdi. Diğerini ben çektim, üçüncüsünü de Fehmi Sağlamer çekti.
Üçümüz yola çıktık. Said ağabeye ait bir pikapla Emirdağ’ına gittik. Bizi bayram ağabey karşıladı. “Ne oldu kardeşim?” diye sordu. Sağlamer: “ Said ağabey bir mektup yazdı Üstada verilecek” dedi. Bayram ağabey mektubu istedi ama Sağlamer vermedi. “Ben götüreceğim” dedi. Yukarı çıktık. Üstad: “Zübeyir mektubu oku” dedi. O zaman Üstad. “Kardeşim! Ölüm de olsa bu davete icabet edeceğiz. Zübeyir arabayı hazırla!” dedi. Yani davete icabet ediyor, reddetmiyor. Son aylarını yaşıyor.
Sene 1960… Zaten Üstad Adnan Menderesi ziyaret için gelmiş o zaman Ankara’ya fakat Menderesle görüşememiş… Aşağı indik. Bizi eminiyete götürdüler, sorguya tabi tuttular bir süre sonra da bıraktılar. Üstad arabasına bindi. Binerken, Isparta’ya gidiyoruz gibi bir görüntü verildi. Bir müddet gittikten sonra Ankara yoluna girdik. O önce biz arkada beraberce Ankara yolunda ilerlemeye başladık. Bir ara üstadın arabasından öne geçmemiz için işaret geldi. Bizim araba öne geçti. Sonra yeniden biz arkaya geçtik.
Üstadın arabasında Hüsnü ağabey, Zübeyir ağabey ve Üstad Hazretleri vardı. Bizim arabada da şoförle beraber dört kişi vardı. Yolda bir benzinlikte namaz kıldık. Herkes ceketlerinin üzerinde kıldı namazlarını. Üstada baktım. Yirmi yaşında bir delikanlı gibi dimdik namaz kılıyor. Yolu keserler diye tedbiren Haymana yoluna girdik. Gölbaşına kadar geldik. Emniyet Genel Müdürlüğünün haberi olmuş, bir ekip göndermiş Ankara’nın girişine. Üstadla bir şeyler konuştular. Ne olduğunu bilemedik, fakat daha sonra gazetelerde yazdı ki Üstad:
“Bu kanunsuz teklif kabul edilemez, fakat ben memleketin selameti için geri dönmeyi kabul ediyorum” demiş. Onlar geri döndü. Bizi emniyete götürdüler. Araba Said ağabeyin olduğu için onu da çağırdılar. Gece emniyette oldukça sıkı bir sorgu sual yaptılar. Zulüm ve işkence yapmadılar ama sanki biz hemen bir ihtilal çıkaracakmışız gibi davrandılar bize.
Nezarette bir gece kaldık. Said ağabey ve ben bir odadaydık, öteki arkadaşlarda bir odadaydı. Birbirimizi görmüyorduk. Mahkeme öğleden sonraya kalmıştı. Bizi de öğleden sonra serbest bırakmışlardı. Hemen gittik. O mahkeme beraatla sonuçlandı. Sonra milletvekillerine gidip soralım dedik, neden böyle kanunsuz muameleler oluyor diye. Baktık onlarda da hal yok. Tabii o zaman tam bir ihtilal havası esmişti. Üstad Hazretleri de son seneleri, son ayları olduğu için, her yeri dolaşıyordu daha önce gittiği yerler dışında gitmediği bir yer kalmış, Konya’ya kardeşini ziyaret etmeye gitmişti. Netice itibariyle Üstad: “Ölümde olsa gideceğiz “ sözüne olan sadakatini göstermiş oluyordu.
O zamanda çektiğiniz sıkıntılardan bahseder misiniz?
Üstad bir mektup neşretmişti. “Said Özdemir cami kürsüsünde risale-i nur okumuştur”. Bunun üzerine dedik ki risaleler her yere şümulü olan eserler, o zaman bizde okuyalım. Okumaya başlandı. Hacı Abdulkadir güzel okuyordu. O camide her sabah namazdan ve duadan sonra okumaya devam etti. Bir gün bir baskın oldu. Abdulkadir kardeşi alıp götürdüler.
Peki, artık kim okuyacak? Kimse yok, mecburen ben okuyacağım. Ben de İhlâs risalesini okuyacağım. Fakat yine polisler gelir diye, dinle imanla alakası olmayanlar bile Sümerbank’ın müdürü Abdullah, kardeşi Sırrı ve birkaç kişi daha demişler: “Gelsinler o polisler görsünler, biz onları döveceğiz.” Polisler gelmedi, ben de ihlâs risalesini okudum.
Sonra Siverekli Süleyman isminde bir Emniyet Amiri vardı. Geldi dedi ki: “ Ya ne olacak bunun sonu? Niye bunları okuyorsunuz?” Biz de: “Gazeteler Risale-i nurun hep yanlış olduğunu, zararlı olduğunu söylüyor. Biz de zararlı olmadığını söylüyoruz. Millet hakikati öğrensin diye, onları tekzip ediyoruz.” Dedik. “O zaman gelin biz sizi takip etmeyelim, sizde bunları okumaktan vazgeçin” dedi. Biz: “Peki” dedik. “Öyle olsun.”
Böyle sürekli tarassut altında yaşarken hiç korkmuyor muydunuz? Çoluk çocuk var. Sizin cezaevi hayatınız oldu mu?
İki kere sekizer gün nezarette kaldım. Öyle bir cesaret vardı ki, çoluk çocuk vız geliyordu. Zaten Hacı Abdulkadir’le beni her gün bir polis takip ediyordu. Kim gidiyor, kim geliyor diye bekliyorlardı. İşin en enteresan yanı 27 Mayıs ihtilalı olmuş. Alaeddin Kral isimli bir Paşa, Urfa’dan Adıyaman’a vali tayin olmuş. Mustafa adında bir vali vardı o bizi sekiz gün nezarete atmıştı. O gitti. Yerine Alaeddin Kral geldi. Ben de o zaman kitapçılığa başlamışım.
Bir polis ve bir Belediye çavuşu dükkânımın önüne geldiler. O zaman dükkânın şimdikiler gibi vitrini de yoktu. Dediler ki: “ Dükkânın vitrinine ya bir büst koyacaksın, ya da Atatürk’ün boydan çekilmiş bir fotoğrafını koyacaksın.” “Size bu emri kim verdi?” dedim. “Vali verdi” deyince, “ O zaman vali gelsin” dedim. Korktular. Alaeddin Kral deyince herkes korkuyordu. Öyle bir baskı oluşturmuş.
Sabah saat dokuz oldu. Babam da dükkândaydı. Alaeddin Kral geldi emreder gibi konuşarak: “Hani fotoğraf?” diye sordu. “Yok.” dedim. “Benim sözüm kanundur” dedi. “Biz kanunu tanırız.” Dedim. Durdu, düşündü. Üst katımız da emniyet var. Yani biz Emniyet Müdürlüğünün alt katında bu işleri yapıyoruz. Polis memuruna dedi ki: “Bunu yukarı çıkar.” Gittik. Bizden sonra da gelenler oldu. Her gelen nurcu, her gelen nurcu…
Komisere sordum: “ Ya siz Nurcu mu topluyorsunuz, yoksa fotoğraf asmayanları mı topluyorsunuz?” Tarih de 10 Kasım…
“Bu işe karışma” dediler.
Baktım epeyce kişi olduk. Ben en baştaydım. En sonda da Ali Koçak vardı. “ Arkadaşlar” dedim. “Cesur olursanız evinize, korkak olursanız hapse… Ona göre hesaplayın” Tabi merasim sona erdi. Ben dedim: “Şimdi Alaeddin Kral ileri giderse, ben ona bir yumruk vursam ne olur?”, “Onu baş üstüne koyarlar, beni de bir ay hapse atarlar. O kadar.” Yani bunu göze aldım. O sırada baktık Defterdar, Albay, Vali falan… Merasim bittiği için hep beraber yukarı çıktılar.
Yine aynı soruyu sordu Alaeddin Kral: “Neden fotoğraf asmadın efendim?” deyince ben “efendisine de şimdi derim” deyip yumrğumu sıkarak yüzüne bakınca. Baktı ki vurmaya hazırlanıyorum. “ Ya!” dedi “Bu memleket kozmopolit değil. Niye böyle büyüklerini tanımıyorlar?” gibi şeyler söyledi, beni geçti. Herkesi teker teker geçti “Asarsın, asarsın, asarsın…” dedi. Sıra Ali Koçak’a geldi: “Asmam. Bana astıramazsın. Kanuni değil.” Dedi.
Ya ne kadar hoşumuza gitti. Ben onu söylemedim. O kardeş onu da söyledi. Daha sonra: “Peki, herkes gitsin. “denildi. Aşağı indim ki ilkokuldan bir boy fotoğrafı getirip içeri koymuşlar. İlk gün: “Kalsın” dedim. İkinci gün “Kaldırın. 10 Kasım bitti” dedim. Alaeddin Kral arkasında bir sürü adamla birlikte geldi. Hacı Molla Mahmud ağa vefat etmiş. O sebeple sokağın köşesi cemaatle dolu… Herkes Kral geliyor ne olacak gibisinden birbirine sormaya başladı. Alaeddin Kral geldi yine bana:
“ Hani fotoğraf?” diye sordu. “Kaldırdık.” Dedim. “Şuraya asıvereydin” dedi. “Lüzum görmedik.”dedim. Şaşırdı kaldı. O zaman Yeni İstiklal gazetesi çıkıyordu haftalık. Dükkânda onu gördü. “Bu suçtur. Bu gazeteyi niye satıyorsunuz? Toplattırıldı” dedi. “O suç değildir. İhtilal dolayısıyla çok gazeteler toplattırıldı, fakat suç değildir.” Dedim. “Yolunuz da olun” dedi. “Zaten yolumuzda gidiyoruz.” Dedim. Çekti gitti.
Oradakiler: “Dursun Kutlu bu Alaeddin Kral’ı ayağının altına alacaktı. Neden böyle yaptılar bu Halk partililer?” diye latife yaptılar. Çünkü kimsenin ağzını açamadığı bir zamandı o dönem. Bu olaylar olduğunda henüz otuzlu yaşlardaydım ben…
O günlerde Alaaddin Kral hocaları da toplamış onlara da çok hakaret etmiş, hatta müftünün başını da duvara çarpmış.
Alaeddin Kral Üçüncü gün geldi dükkana oturdu. Dedi ki: “Ahbap olacağız. Benim annemim 360 habbeli tesbihi vardı.” Falan filan… Sonra Urfa’dan kendisiyle beraber emniyet müdürlüğü yapmış olan bir kişiyi de yanında getirmiş. Dükkâna göz gezdirdi. Bediüzzamanın Mektubat isimli eserini raftan indirerek ne olduğunu sordu.
Ben de: “Said Nursi Hazretlerinin Mektubat isimli eseridir” diye cevap verdim. Yerine koydu. Sözleri indirdi onun da adını sordu, söyledim. Emniyet Müdürünü dükkanda bıraktı gitti. Bir plan kuruyorlar ya beraber… Emniyet Müdürüne dedim “benimde sizden bir ricam var. Bu eserler hakkında umumi bilgisi olmayanlar çok. Belki de sizinde pek bilginiz yoktur.” Dedim. “Bu eserlerle mücadele edebilmeniz için, bu eserleri bilmeniz lazım” dedim. “Al sana Sözler mecmuasını…” “Peki” dedi aldı götürdü. İkinci gün geri getirdi: “Okuyamadım” dedi. Korkuyorlar tabii. Ya o Kral diye peşinden gittikleri adam bile bizden öyle korkuyordu ki… aslında Allah içlerine korku salmıştı. elhamdülillah…
Sonra ki, günlerde gene geldiler. O zaman Birlik Partisini kuruyorlarmış. Kendisi alevi idi. Bir de Ali ağa diye Adıyamanlı birinin oğlunu da yanına almış. Biz arkadaşlarla dükkanda oturuyoruz. “Neden geldiniz” dedim. Şaşırdı kaldı. “Benim bir ahbabım vardı Antep’te, onun için geldik.” falan filan dedi. Halbuki Parti kurmaya gelmişler. Ondan biliyorum ki, Nurculardan o kadar korkuyorlardı. Nerede bir nurcu görse alıp götürüp içeri atıyordu ama gerçekte de nurculardan çok korkuyordu.
Dükkanda Babamla birlikteydik dediniz. Paşayla Albayla mücadele ediyorken, babanız ne diyordu?
Onlara hiçbir şey söylemedi. Yalnız benim kayınpederim vardı korkan. Bana bunun sonu şöyle olur, böyle olur diye nasihat ediyordu. Dedim: “Bunu sana katip mi söyledi?” “Evet” dedi. Dedim: “Kâtip korkak, sende mi korkaksın?” Baktım o da dayanamadı “serbestsin oğlum nasıl biliyorsan öyle yap” dedi. onun dışında babam ailem bizleri hep destekledi…
Ağabeylerle ilgili hatıralarınızı anlatır mısınız?
Hulusi Yahyagil ağabeyin sohbetinde çok bulundum. Kendisi bize çok sık gelirdi. Adıyaman’a gelir, bizde kalırdı. Hatta Başka yere giderse otelde kalırmış. Fakat Adıyaman’a gelince bizim evde kalırdı.
Diyarbakır’da Mehmet Kayalar adında bir ağabey vardı. Çok cesurdu. Üstad Hazretleri onun cesaretine cesaret katardı. O da bu cesaretinden dolayı çok cesurca işler yapardı. O nedenle Hulusi abi de ona fazla bulaşmamamızı isterdi. Hizmete zarar gelir düşüncesi ile. Şeyh Sait isyanı olduğundan halk orada iyice sinmişti. O durumu düzeltmek için onun bu cesaretine Üstad bir şey demez hatta teşvik ederdi. Gönderdiği mektuplarında da Kayalar abiyi methederdi.
O dönemde Bir General “Sahte peygamber” iftirası atarak üstadı karalamaya çalışan bir broşür çıkarmıştı. İşte, o General Faruk Güventürk Diyarbakır’a gelmiş. Mehmet Kayalar ağabey de bunu duymuş bulursa dövmek için onu arıyormuş. Fakat bulamamış. Zaten kendisi de yüzbaşıymış, ama ordudan atılmış uzun boylu kuvvetli bir insan. Bulgar asıllı pehlivanmış eskiden. Babası da başpehlivanmış.
Doğrusu şöyledir sanırım. Aslen Konya’lı bir ailedendir. Osmanlı zamanında Selanik’e İslamı yaymak için gönderilmiş. Ama oralar Osmanlının elinden çıkınca tekrar Türkiye’ye dönmüşler. Yani asılları Konyalıdır.
Doğrudur.
Risale-i Nur Külliyatında Kayalar abinin isminin geçitiği mektup göremiyoruz. Hem Kayalar abiyi biraz farklı anlatıyorlar. Oysa siz mektuplarında Üstadın onu methettiğini söylediniz?
Sanırım o mektuplar yayınlanmadığı öyle zannediliyor. Bizim bildiğimiz o kişiyi üstadın sevdiği yönündedir.
Yalnız şunu açıklamam gerekiyor. O bir askerdi. Askerde edinmiş olduğu bazı alışkanlıkları vardı. Onu kolay kolay terk edemiyordu.
Mesela bir gün ben Diyarbakır’da Kayalar ağabeyin evindeydim. İki tane Demokrat partili milletvekili geldi. Biraz konuştular tartıştılar. Milletvekilleri ona ters şeyler söyleyince oda Onlara çok sert şeyler söyledi “ben bunları, rejimi, altüst ederim.. falan..” gibi bir şeyler söyledi. Benim hoşuma gitmedi bu tavrı. Çünkü sonuçta iki tane milletvekili ziyarete gelmiş. Yani Kayalar ağabey’de meslekten gelen bir cesaret vardı. Bazen cesarette dayanamıyor ifrat gidiyordu. O kadar yoksa çok ihlaslı biriydi.
Bir gün, Dicle’nin kenarındaki bir dershanedeydik. Gece yanımıza birkaç öküz, inek gibi hayvanlar geldi. Kayalar abi onları böyle başıboş dolaşıyor görünce dayanamadı argo kelimeler sarf etti. Ben de: “Bu yakışmadı ağabey” diye kalbimden geçirdim. Birden bana döndü: “Ben askerim kardeşim, benim halim böyle” Dedi. Hem kerametvari bir şekilde kalbimi okudu hem de kendi durumunu anlatmış oldu. Yani askerlikte alışmış bu tarz konuşmayı… Kayalar ağabey’in çok fazla gündemde olmamasının sebebi, yazılan mektupların hiçbirisinin Lahikalara girmemiş olmasıdır. Burada Risale-i Nur mesleğine uymayan hissi bir durum var sadece… Onun hareketleri şahsi idi zaten o da bunun farkındaydı. O durum Risale-i Nurlara mal olamaz. Fakat Kayalar abi o tarz hizmetinde başarılı oldu. Nedir o? Diyarbakır’da Şeyh Sait isyanından ezilmiş, sinmiş olan ruhları uyarıp, onlara cesaret verdi. O nedenle de Üstad teşvik ediyordu.
Hizmetlerle ilgili bir başka hatıram var onu anlatmak istiyorum.
Urfa’da da Karakeçili bir kardeş vardı. Oda kitapçılığa başlamış. Adıyaman’a geldiğinde birlikte İstanbul’a kitap almaya gittik. Onun bir yayınevinden alacağı kitaplar vardı. Oraya gittik. Baktım köşede bir yığın broşür var. Üstünde: “Sahte Peygamber Bediüzzaman” yazıyor. “Haza iftira” dedim. “Bu adamlar Peygamberi tanıyor da, Bediüzzaman Peygamberi tanımıyor mu?” Meğer o yayınevindeki adamlar komünistmiş. Epeyce münakaşa ettik. O karakeçili de bizi dinliyor.
Dedim: “ Kainata baktığımız zaman, trilyonlarca yıldızların müsademe etmeden hareket etmelerini neye veriyorsunuz? Hangi tesadüfe bağlıyorsunuz?” “Sen bizi Müslüman yapmaya mı çalışıyorsun?” dediler. Ben: “ Bana bak! Sultanahmet’ten çıkan cemaat sizin üstünüzden geçse, sizi silindir gibi ezer geçer. Siz ne konuşuyorsunuz?” diye çıkıştım. Adamlar korkudan sustular. Hani derler ya: “Yağmıyorsan da gürle…”
Risale-i Nurlarla ilgili en büyük hayaliniz neydi?
Ben Risale-i nurları tanımadan evvel, hep İslam’ı nasıl yayarım diye düşünürdüm. Bizim orada Abdülkadir tayyareci ve Muhammed ağa adında iki kişi vardı. Bana hangisini tercih edersin diye sorarlardı. Abdülkadir tarikatçıydı. Ben Abdülkadir tayyareciyi kabul ederim derdim. Bir gün Hulusi ağabey bana rüyamda: “Sen dünyayı mı istiyorsun, yoksa ahreti mi?” diye sordu. Ben: “Ahreti” dedim. “Peki” dedi. Ondan sonra baktım ki elimi neye atsam zarar çekiyorum. Her şeyi bıraktım bu yüzden.
Mal varlığınızın kaynağı nedir öyleyse?
Hulusi ağabeye bir mektup yazdım. Şöyle dedim: “Ben Risale-i Nura bir oda verdim. O bana bir apartman verdi. Hatem adında bir kardeş anlattı; İstanbul’da Soysallar varmış. Dört kardeş, aslen Adıyamanlı… Demişler ki “biz şirketimizin yarısına Üstadı ortak ettik.” O yarıyı hizmet yolunda sarf ediyorlarmış, Adıyaman’da da 200 bin TL dağıtmışlar. Merkez ve ilçelerdeki hizmetlere. Allah da onlara çok vermiş tabii… Bizim ki de öyle işte…
Adıyaman da Risale-i Nurları ilk defa siz mi tanımıştınız. Yani ilk Nur Talebesi siz misiniz?
Evet Allah’a şükür ilk tanımak bize nasip oldu. Benden sonra Mahmut Allahverdi var. O önceleri ehl-i tarik idi sonra Nurcu olmuştu.
Çoktandır görmüyorum. Ahmet Hamdi var. Üstadı görenlerden biri… Mehmet Binici var. Oda Üstadı görmüştü. Hacı Abdülkadir de Üstadı görenlerdendi… Hatta Üstada bir mektup yazmış. Altına Abdülkadir Dursun yazmış. Bu mektubu postadan alıp Isparta’dan Adıyaman Savcılığına göndermişler. Savcılık bu ismi araştırmış. Dursun adında bazı kişileri yakalayıp sorguya çekmişler. Adı Dursun Soyadı Abdulkadir olan bir kişiyi götürmüler. Epey sıkıştırmışlar. Ama bizi bulamamışlar… Cenab-ı Allah hıfz etmiş bizi. Gerçi zaten bir şey yapamazlardı da… Çünkü ben şuna inandım: “ Samimi, ivazsız, hiçbir şeye kapılmadan ne yaparsan Allah yardımcıdır.”
Bizi Çelikhan da 1980 ihtilalında ikinci defa sekiz gün nezarete aldılar. Nurculardan Hacı Mahmud Efendi gitmiş Horoz Partisini tutmuş. Ben onlara rağmen Anap taraftarıydım. Oradaki Selamet Parti seçimi kaybetmiş. Suçlu olarak Mahmud Efendi gibi kişileri göstermişler. Bunlar tarikatçılık yapıyorlar falan diye savcılığa şikâyet etmişler… O zaman geldiler, Ben Çavuşu tanıdım. Dedi ben savcıya gideyim. Savcı demiş şikâyet büyük yerden geliyor. Çünkü şikâyet eden müftü… Bizi götürdüler. Giderken üzülen arkadaşlara dedim: “Korkmayın biz sekiz gün yatıp çıkacağız.” Allah söyletti herhalde. Sekiz gün sonra çıktık.
Mustafa Tanık da vardı. Erzincan’da epeyce hapis yatmıştı. Oda bizimle beraberdi. Yine uzun süre hapis yatarız diye korkuyordu. Fakat elhamdülillah çıktık…
Arkanıza dönüp baktığınızda eksik kalan bir şeyler olduğunu düşünüyor musunuz?
İmkânımız kadar hizmetleri sürdürmeye çalıştık. Allah için yaptık her şeyi… Bizim bütün gayemiz, iman hizmetinin dünyayı sarması… Üstad bunu bize haber vermiş. Onu teyiden aynı şeyi bizde istiyoruz. Ve tahakkuk ediyor. Kimin hayaline gelirdi ki, bugün bu Ergenekoncular bu hale gelecek… Yapan Allah… Abdullah Gül meselesi, Ak Partinin kapanma meselesi… Ben dedim : “Kapatamazlar” Allah’ın elinde mi? Kulun elinde mi? Allahın elindeyse, Allah artık Nur’unu parlatmak istiyor. Hiç üzülmesinler çark bizim lehimize dönüyor. Fakat çok ince eleklerden süzülerek geliyor. Cenab-ı Hak diyor ki, Ben size veriyorum, bunun kıymetini bilin. Hiç olmayacak şekilde sizin önünüze geliyor…
Sizin kısa bir siyasi hayatınızda oldu değil mi?
1977 den 1980e kadar siyasetle ilgilendim. Zübeyir ağabey bana o zaman Milli Nizam partisi için: “Bu partiye taraftar olmayın, bu partinin arkasında çok şeyler var. Eğer sana da bir vazife verilirse Adalet Partisinden kaçma. Bunun sebebi, biz fiilen de bu partiye girmezsek, bizi onlardan kabul edecekler. “ dedi. Bu bakımdan zararın hem millete hem de bize dokunmaması için çok iyi bir tedbirdi elhamdülillah.
Zübeyir ağabey bir gün sanki ileride Hamdi Sağlamer’in hapishaneye girip, orada Alevilerle birlikte yatacağını biliyormuş gibi nasihat ederek, biz de Aleviyiz, onlara şu şekilde davranmak lazımdır “demiş.
Birçok zatlar Allah’ın Hakim ismine mazhar oldukları gibi, Allah Zübeyir ağabeye de o feraseti vermişti. Hatta bir gün Nazım ağabey benden, İstanbul’a gidince Zübeyir ağabey’e selam söylememi istedi. Zübeyir ağabeyin yanına gidince selamı iletmeyi unuttum. “Nazım’ın selamını baş üstüne kabul ettim” dedi.
Hacı Mahmudla beraber müftünün yanına gitmiştik. Baktık Müftü şapkalı… Dedim “Sen necisin?” “Müftüyüm” deyince: “Neden bu kılıkta burada duruyorsun. Bura şapkalı yeri mi? Dedim. Adam çok şaşırdı. Müfettiş miyim diye…
Ben siyasetin zararını çok gördüm. Siyaset kadar zararlı bir şey yok. Mesela siyasetçilerin yanına gidiyordum. Bakıyorum ayak ayaküstüne atmışlar. Ben atmadığım için, onlarda oturuşlarını düzeltiyorlardı. Ya da ben onlara uymak zorundayım… Hoş olmuyor yani…
Millet bize biraz iltifat etse, ne tür dalavere varsa çeviriyorlardı. Bizim bir akraba vardı. Kadir Kuştepe’ye demiş ki: “Benim şöyle bir işim var. Söyleyin yapsınlar.” O akşam toplantıdayız. Kadir Bey söyledi. Oradaki bir adam küfretmeye başladı. Ben de: “Madem yapmıyorsunuz. Niye küfrediyorsunuz?” dedim. sabahleyin o akrabamız kadir Kuştepe’ye sormuş işim ne oldu diye. O da demiş ki: “Ben söyledim. Dursun Kutlu olmaz bu iş dedi.” Ben de yine bu olayı bilen birinin dükkânına uğradım. Bana dedi sana iş söylemişler niye mani oldun?” Ben onlara olanları anlatınca gerçeği anlayıp, gönlümü almaya çalıştılar. Yine mesela bir tanıdığın oğlu güya sınava girecekmiş de ben engel olmuşum. Acayip bir iş yani…
Sonra bir adam vardı Parti’de aday olmuş Adam karısıyla gayrimeşru yaşıyor diye dedikodu edip, iftira atmışlardı. Siyaset bu kadar çirkin bir şey…
Şu an ailenizde bir milletvekili var. Hüsrev Kutlu…
Evet. Baktım çok hevesli. Partiyi sen kur dedim. O da siyasetten usanmıştı ama yeni bir parti kurulunca yeniden siyasetin içine girdi. Bense şu an hiçbir şekilde siyasetle alakadar değilim. Sadece Abdullah Gül için: “Devam etsin kazanacak” diye haber göndermiştim. Onun da kendine menfaati çok oldu. Cumhurbaşkanlığına kadar yükseldi. Yine Ak Parti kapanacağı zaman ben demiştim kapanmayacak. O zaman herkes kapanacak diyormuş. Hüsrev “kapanmayacak” demiş nerden biliyorsunuz kapanmayacağını, “babam diyor” demiş…
Hulusi ağabeyden bahsederken o zaman Elazığ’da iki imamından biriydi dediniz. Diğer imam kimdi? Hulusi abi 5. şuadaki şapka bahsini bilmesine rağmen neden şapka takıyordu?
Ben bu konuyu çok bilmiyorum. Fakat diğerlerini de mesuliyetten kurtarmaya bir vesiledir. Mesela Üstad gençken sigara içip bırakmış. “Sigara içmek haramdır diyor ya bazıları…” Tabii Üstadın bu davranışı bu haramdır meselesini yumuşatmış. Üstad sekiz sene sigara içip, zararını görünce bırakmış. Sakal meselesinde de: “Nurcular sakala karşıdır” diye bir kampanya başlattılar. O zaman Hulusi ağabey bana sen de sakal bırak dedi. Ben de “Önce Hacı Mahmud bıraksın” dedim. O bırakınca ben de sakal bıraktım. Bu durumda zaten o dedikoduları, mümkir-i sakal meselesini izale etti. Aslında Tahiri ağabey de, Hulusi ağabey de ve başka ağabeylerde de sakal vardı. Hiçbir mani yok bu konuda…
Hüsrev Kutlu Bey’e siyaset konusunda bir tavsiyeniz oldu mu?
Hayır. Önemli olan dürüst olmak, samimi olmak… Bir menfaat üzerine hiçbir şeyi yapmamak… Zaten o da bunları biliyor. Bir gün çocuk iken geldi dedi ki: “Baba 25 kuruş buldum.” Dedim: “Gel bakayım, onu nereden bulduysan götür gene oraya koy sahibi gelip alır.” Götürüp yerine bıraktı. Mesela şu an bile o olayı unutmamıştır oğlum.
Bediüzzamanın meslek-meşrep görüşlerini kendi hayatınızda nasıl uyguluyorsunuz?
Sadece ben biliyorum ki Risale-i Nurun şahs-ı manevisi Hz. Hüseyin’in bıraktığı hilafetin devamıdır. Yani asr-ı saadeti yaşıyoruz. Hulusi ağabey diyordu ki: “Bir Nurcu, kim olursa olsun bir veli gibidir?” Neden? Sahabe mesleği olduğu için. Biz takdir edemiyoruz ama ehemmiyeti büyük. Şimdi sıradan bir Nur talebesi bir veli olursa, varın kıymetini takdir edin. Vakt-i saadettekilerine ulaşamıyorlar ya, diğerleri de Nurculara ulaşamıyor…
Son olarak şu an 85 yaşındasınız. Nelerle meşgulsünüz?
Bakıyorum bir yerim ağrıyor. Risale-i nur okuyorum. Hemen geçiyor. Onlar olmadığı zaman bakıyorum daha çok hastayım. Çok huzurluyum. Şu an dershaneye gidiyorum. Cenab-ı Allah lütfetmiş 300-400 kişi olmuş. 370’i genç insan… Daha ne isterim. Bundan daha büyük mutluluk olur mu? On onbeş yerde dershanemiz var… Vakıflar yetişiyor. Gün geçtikçe Cenab-ı hak imkânlarımızı da genişletiyor elhamdülillah. İki hasırdan, iki keçeden nerelere gelmişiz… Bunların hepsi lütf-u ilahi… İslamiyetin, Nurculuğun emeklisi yoktur. Ne yaşın, ne mekânın bir engeli olmaz insana. Her yaşta İslam, Kuran ve Risale-i Nur hizmeti devam eder, yapılır inşallah… Şu an gençler hizmeti devam ettiriyorlar, bize de dua etmek kalıyor geriye… Allah bütün Gençlerden razı olsun, hizmetlerini daim etsin… Tavsiyelerini de Risale-i nurdan alsınlar…
-Son-
Dursun Kutlu ile alakalı diğer haberler: