İBRAHİM MENGÜVERLİ
1912’de Simav’da doğdu. Çeşitli yerlerde, Emirdağ’da ve Afyon’da on altı sene uzatmalı jandarmalık yaptı.
“Bediüzzaman’a karakolun karşısında bir ev tuttuk”
“Ben jandarmaydım. Beni, bir oraya bir buraya tayin edip duruyorlardı. Bir ara Emirdağ’a tayin ettiler. Oraya gittim. Bir-iki hafta sonra beni bölük komutanı yanına çağırdı. Gittim. Komutanın yanında Osmanlı kıyafetinde, cübbeli, sarıklı, ayakta dim dik duran birisi vardı. Komutan bana,
“Gel, gel, neredesin sen?’ dedi.
“Buradayım. Hayrola, bir şey mi var, ne oldu?’ dedim. Komutan yanındaki adamı bana gösterdi.
“Kim bu, biliyor musun sen?’
“Osmanlı kıyafetli, cübbeli ve sarıklı adamı görünce aklıma o zaman çok meşhur olan din âlimi geldi. Fakat söylemedim.
“Kim bu yahu?’ dedim.
“Bediüzzaman’ dedi.
“Neee?’ diye bağırdım. Hemen Bediüzzaman’ın ellerine sarıldım. Şap şup öpmeye başladım. Herkes bana bakıyordu. Komutan
‘Said Nursî’ye bir ev tutulacak. Sen ev tutuver. Senin tanıdığın vardır. Yalnız, ev muhakkak karakolun karşısında olacak.’ dedi. ‘
“Çarşıda karakolun karşısında bir Bakırcı Hasan vardı. Altı dükkân, üstü evdi. Orası kiralıktı. Bakırcı Hasan akşam sabah içerdi. Ona, ara sıra ben de katılırdım. Hasan sarhoştu. İçmeden edemezdi. İyice alkolikti. Aslen Trabzonluydu. Çarşıya gittim. Bakırcı Hasan’ın dükkânına vardım. Ona,
‘Hasan Usta, şu üst katı kiraya ver de Hoca Efendiyi oraya koyalım’ dedim.
“Kardeşim, ben sarhoşum, o ise hoca. Nasıl geçiniriz?’ dedi.
“Öyle ya, haklıydı. Sarhoşun yanında hoca ne arasındı? ‘Niçin sarhoşa kiralık ev teklif ettin?’ diye bir de Üstad beni azarlarsa, diye düşündüm.
Az sonra Üstad’ın yanına geldim. ‘Mesele böyle böyle’ dedim. ‘Ev var, fakat sahibi zil zurna sarhoş’ dedim. Tabiî, ona benim de içtiğimi ve onun kadeh arkadaşı olduğumu söylemiyordum. ‘Ev sahibi sarhoş’ deyince Üstad kızacak zannettim, ama hiç kızmadı. Onda o his sanki yoktu.
“Peki kardeş, varsın sarhoş olsun’ dedi.
“Bakırcı Hasan içkiyi nasıl bıraktı?”
“Ben hemen Hasan’a haber verdim. ‘Evi tuttuk’ diye. O gece eve taşındık. İçeriye girdik. Taşındık dediysem, tabiî, eşya bir ekmek çıkını, bir abdest ibriği filân. Ehl-i dünya nâmına eşya yok onda. Hasan da bizi bekliyordu zaten. Üstad, Hasan’a,
“Gel bakalım, Hasan Usta’ dedi. Hasan ezile büzüle yanına vardı.
“Buyur hocam’ dedi.
“Sen içer misin?’
“Sabah-akşam demez içerim, efendim.’ Üstad elini kaldırdı. Hasan’ın sırtına koydu, üç kez sıvazladı.
“Haydi oğlum, sen de bundan vazgeçersin’ dedi.
“O, akşam demez, sabah demez içip duran hasan, o gün Üstad’la beraber sabah namazı kıldı. Ondan sonra hiç içkiyi ağzına almadı ve Bediüzzaman’la beraber hep namaz kıldı. Bu ne iştir yâ Rabbim? Din nedir, namaz nedir bilmeyen Hasan böyle olacaktı. Hiç aklıma gelmemişti. Bunun için Üstadı çok takdir ettim.
“Bediüzzaman’la uğraşanlar belâsını bulurdu”
“Bediüzzaman iyiydi, hoştu, onunla uğraşmaya gelmezdi. Onunla uğraşanlar, ona zulmedenler, belâsını görürdü. Ya ortalıktan kaybolur ya da kudura kudura, delire delire ölür giderdi.
“O evi hükûmet tarafından tuttuktan sonra, ben de kapısının önünde nöbet bekledim. İçeriye kimseyi sokmayacaktım. İnönü hükûmetinin emrine göre. Ama ben ara sıra kaçamak olarak Üstad’ın bazı talebelerini yanına koyardım.
“Zengin bir halıcı vardı. Üstad’ın talebelerinden idi. Birgün Üstadı dağlarda, tek başına, yaya, düşüne düşüne gezinirken görüyor, hemen yanına yaklaşıyor.
“Üstadım, ne yapıyorsunuz? Böyle olmaz, yaya niye geziyorsunuz?’ diyor. Ve ona bir taksi alıyor.
“Bu zâtın Bediüzzaman’a taksi alması mahkemeye aksediyor. Efendim, neymiş? Bu zengin adam Üstada taksi almış da, bu da çok büyük suçmuş! Mahkemede o zâta sordu:
“Bu taksiyi sen mi aldın?’
“Eveeet, aldııım… Sen benim gönlümü fethet, sana da tayyare alayım, efendim. Sana milyonlarımı vereyim’ dedi.
“Sonra Üstad ayağa kalktı. Başladı konuşmaya. Derken, iki saat oldu. Hakim,
“Yeter’ dedi. O zaman Üstad celâllendi, eliyle bir daire çizdi ve işaret parmağını hâkime doğru uzattı,
“Benim sekiz saat söz söyleme hakkım var. İstediğim kadar konuşurum’ dedi.
“Bediüzzaman’ın her şeyi doğruydu, haktı. Hiçbir konuda yalpa yaptığını görmedik.
“Üstad hakikaten İslâmı muhafazaya çalışıyordu. Hiçbir kötülüğü görülmediği halde, senelerce hapislere atılıyor, zulmediliyor, hattâ zehirleniyordu.
“Üstada selâm verdiğim için bir hafta hapse attılar”
“Üstad’ın mahkemesi olacaktı. Şarktan, garptan insanlar Afyon’a akın ettiler. Sokaklar, caddeler mahşer gibiydi, yol değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Üstadı, elli tane, yüz tane adamı öldürmüş katil gibi mahkemeye götürüyorlardı. Ben de o zaman vazifeliydim. Bediüzzaman’la karşı karşıya geldim. Hemen selâm çaktım. O sırada bizim süvari muavini geçiyormuş. Üstada selâm verdiğimi görmüş. Meydanda bağırdı, çağırdı,
“Yakalayın şunu askerler’ dedi. Beni yakaladılar. Bölük komutanının odasına soktular. Süvari muavini olanı biteni anlattı. ‘Bu jandarma, Bediüzzaman’a selâm vermiş’ dedi. Komutan, muavinden de betermiş. Oturduğu yerde deliriyor, tepiniyor, saçını başını yolacak oluyor neredeyse.
“Sen hocaya selâm vermişsin?’
“Ben gâvur muyum yahu? Müslümanım.’
“Falakaya yatırın bunu’ diye deli gibi bağırdı. Beni falakaya yatırdılar. Onlar kızılcık sopası ile ayaklarıma vurdukça ben,
“Üstadla konuştum ya, ona selâm verdim ya, fedâ olsun her şeyim’ diyordum. Bu sefer daha da çıldırıyorlardı:
“Asker, hocaya selâm veremez.’
“Verir’ diyordum ben de. ‘Nasıl veremezmiş. Asker gavur mu?” Bölük komutanı öfkesini alamadı, beni bir hafta hapse attı.
“Zalimler belâsını bulacaklar”
“Bir hafta sonra hapisten çıktım. Bir yanımda alay komutanı, bir yanımda da tabur komutanı olduğunu unutarak Üstada yine selâm çaktım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.
“Hocam nasılsın?’ dedim.
“İyiyim, evlât’ dedi. ‘Geçmiş olsun.’
“Hapishaneye girdiğimi nereden öğrendi, bilmiyorum. O devam etti:
“Zalimler bulacaklar belâlarını, hem bu dünyada, hem de ahirette.’
* * *
“O hediye kabul etmezdi. Pek az yemek yerdi. Saçı, bıyığı süt beyazdı, vücudu da bembeyazdı. Saçları arkaya doğru uzundu.”
(Necmettin Şahiner’in yazdığı ‘Son Şahitler’ kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir…)