Nurdan Haber

Latîf Bir Tefe’ül

Latîf Bir Tefe’ül
27 Nisan 2019 - 0:20

Sekizinci Lem’a

Latîf Bir Tefe’ül

Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:

نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت § بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْت

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى § كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”

Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.

Mehmed Tevfik, Galib, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (ra)

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Gavs, meşhur kasidesinde –sarahat derecesinde– bizlerden yani hizbü’l-Kur’an’dan haber verdiği gibi daha birkaç yerde yine işarî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında “Mecmuatü’l-Ahzab”ın 563’üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:

فَمُرٖيدٖى اِذَا دَعَانٖى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فٖى بَحْرِ طَامٖى اَغِثْهُ

“Garpta beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim.” Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üç yüz otuz dokuzda (1339) müthiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdad eyledim. Bir iki yerde bahsettiğim gibi Fütuhu’l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim.

İşte o müridi ise bîçare Saidü’l-Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat’î gösterdiği gibi bu kasidede de فَمُرٖيدٖى den murad odur. Çünkü دَعَانٖى بِغَرْبٍ ebced hesabıyla bin üç yüz otuz dokuz (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garp sayılan İstanbul’da idim. دَعَانٖى بِغَرْبٍ makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesapta اِذَا lafzı dâhil olmaz. Çünkü اِذَا zamanı gösteriyor دَعَانٖى بِغَرْبٍ cümlesi o mübhem zamanı tayin ediyor.

Hem ezcümle “Mecmuatü’l-Ahzab”ın ikinci cildinin 379’uncu sahifesinde Hazret-i Gavs’ın “Virdü’l-İşâ” namındaki münâcatında şu fıkra var:

فَالْوَاصِلُ ([2]*) اِلٰى سَاحِلِ السَّلَامَةِ هُوَ السَّعٖيدُ الْمُقَرَّبُ ([3]**) وَذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ

İşte Gavs’ın şu fıkrası فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetinin bir nevi tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve on dördüncü asırda âyetin külliyetinde dâhil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var. Âyetin külliyetinde (Hâşiye[4]) tevafuk sırrıyla فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ kelimesinde bu zamanın en büyük şakîlerinden üçüne cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasden murad olduklarına emaredir belki işarettir.

İşte Hazret-i Gavs bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususi tefsir yaparak, kasidesinde kerametkârane bahsettiği fitne-i âhir zaman içindeki şakirdlerini görüp o zamanın şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münâcatında dahi o kasidenin mealine bakıyor.

Şu fıkra-i Gavsiyede bir îma var. Buradaki “Said” lafzında, meşhur kasidesindeki تَعٖيشُ سَعٖيدًا kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi ذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ fıkrasıyla kendisinden sonra vuku bulan ve ulûm-u İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütüphaneleri Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgu felaketini haber vermekle beraber; Hülâgu gibi ulûm-u İslâmiyeye perde çeken şakîleri dahi mezkûr âyete istinaden haber veriyor.

Evet فَالْوَاصِلُ اِلٰى سَاحِلِ السَّلَامَةِ fıkrasıyla Hizbü’l-Kur’an’a işaret ettiği gibi ذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ fıkrasıyla ulûm-u İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgu ve vüzerası gibi davranan bazı malûm insanların isimleri ilm-i cifirce dahi mezkûr âyetin işaretine istinaden tam tevafuk ediyor, gösteriyor.

Malûmdur ki tevafuk, ilm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise delâlet denilmez fakat hafî bir îma olur. Eğer iki cihet ile aynı meseleye tevafuk gelse îmadan remiz derecesine çıkar. Eğer iki üç cihetle aynı meseleye gelse işaret olur. Eğer maânî-i elfaz, işarat-ı harfiyeye münasip gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali o manaya mutabık ve muvafık olsa o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı yedi vecihle tevafukla beraber, mana-yı kelimat işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hale de mutabık olsa o delâlet, o vakit sarahat derecesine çıkar.

İşte bu düstura binaen Şeyh-i Geylanî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizbü’l-Kur’an’dan bahsettiği gibi وِرْدُ الْعِشَاءِ münâcatında dahi mezkûr âyete istinaden Hizbü’l-Kur’an’ın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.

Gavs-ı A’zam’ın istikbalden haber verdiği nevinden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed-i Câmî dahi İmam-ı Rabbanî (ra) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi Celaleddin-i Rumî, Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu neviden çok evliyalar, vakıa mutabık haber vermişler. Fakat onların bir kısmı sarahate yakın haber vermişler, diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem, mutlaktır fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi bi’l-istihkak kendilerine almışlar.

Mesela, Ahmed-i Câmî (ks) demiş ki: “Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (ks) büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat’iyen kendine almış. Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumî de (ks) Nakşibendî’den mübhem bir surette bahsetmiş fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları, o haberi de bi’l-istihkak kendilerine almışlar.

İşte bu kerametkârane ihbar-ı gaybî nevinden Gavs-ı A’zam (ks) dahi Hizbü’l-Kur’an’dan –işarî bir surette– haber verdiği gibi; Hizbü’l-Kur’an’ın bir hâdimi olan bu bîçare Said’i (ra) iki yerde sarahaten haber veriyor. Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu bîçare Said, makam sahibi olmamış iken ve büyük değil iken ve mutlak tabiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf-u İlahî ile büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Âdeta bir nefer iken müşiriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki Hazret-i Gavs öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp –sarahat derecesinde– parmağını onun başına basıyor.

Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazen tesadüfe, bazen de başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki o hârikalar, Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nevinden, bir nevi inayet-i İlahiyeye mazhar olmuşuz.

Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârülhikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için o alâkadarlık cihetinde “Meşihat Dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle âh vâh diyerek dergâh-ı İlahiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalpleri yanan çok zatların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki acaba Şeyh-i Geylanî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes vâ-esefâ dedi. Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik. Zannederim ki bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşâallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.

Hakikatli bir latîfe: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap: لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ âyetiyle عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِهٖٓ اَحَدًا اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edep takınmak için tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile remiz ile anlaşılsın ki ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlahî ile olmuştur. Çünkü istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaati işmam ediyor.

***

Kaynak: Risale-i Nur

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )