Nurdan Haber

Risale-i Nur’dan Zelzele (Deprem) Bahisleri

Risale-i Nur’dan Zelzele (Deprem) Bahisleri
31 Ekim 2020 - 13:52

ZELZELE BAHİSLERİ

«Ondördüncü Sözün Zeyli

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا الخ ([1])

Şu sure kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hare­ket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.

[Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz’î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazıla­cak.]

Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibe­tinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoş­çasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızla­rın sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittiril­mesi, bu korku azabını netice verdi. 

İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?

Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta’cil ile küçük merkez­lerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’­hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir. (Haşiye)

Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu mu­sibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fi­ilen([2]veya iltizamen([3]veya iltihaken([4]taraftar olma­sıyla ma­nen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet ve­rir.

Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hatala­rın neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hata­sız­ların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?

Yine manevî canibden elcevab: Bu mes’ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader’e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:

[5] وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً

Yani: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mü­cahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî te­rakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o ma­sumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni ha­yatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.

Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, ne­den hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevab: Kadîr-i Zülcelal, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsu­run birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, in­sana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse; o vakit o güzel neticeler adedince ha­yırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar ade­dince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.

Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete geti­recek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hu­kukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hik­mettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini gör­müyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad et­tiği maddenin bir hakikatı var mıdır?

Elcevab: Dalaletten başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler enva’ın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz ef­radından birtek ferdin yüzer a’zasından birtek uzvu olan ka­nadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhari­yeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gös­teriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali belki hiçbir şeyi, -cüz’î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak hik­metinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büs­bütün hukukunu zayi’ etmek; ne derece belâhet ve divanelik­tir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelal’in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için “ateşlendir” diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.

Altıncı Sualin Tetimmesi ve Haşiyesi: Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kız­dıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın he­yet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazge­çirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çar­parak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kay­yumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır; bir madenin patlama­sıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye manasız hezeyanlar ediyorlar. Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız bi­rer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek bü­yük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahi­yeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.

İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meç­huleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: “Bu budur” der. Meselâ: “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yâdedilen fıtrî kanunların bi­risine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca’ eder. O irca’ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariye­den keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir ni­zam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, pa­dişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını ke­ser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de…

Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?

Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyan­dırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok ema­relerin delaletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:

Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta’cil edildi.

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zendekanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel ora­ları tokatladı, ihtimali var. (Sözler 171)

ZELZELELER VE DİĞER HADİSELER TESADÜFİ DEĞİLDİR

İman nokta-i nazarıyla alemde tesadüf yok. Evet, zelzele gibi musibetlerin, tesadüfî olmayıp pek çok hikmetleri içine alan irade-i İlâhiye ile olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, böyle musibetlerdeki hikmetin varlığını anlamak için, alemdeki İlahî hikmetlere bakmak gerektiğine dikkat çekip der ki:

Ey insan! «Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafir­hane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, te­sadüf oyuncağı değiller. Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat enva’ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşa­ğıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez ol­duklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i inti­zam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, ba­husus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevt-âlûd hâdisat-ı hayati­yesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zanne­derek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bu­lur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker. Ehl-i şükre “Haydi, Cennet’e buyurun” der.» (Sözler: 170)

«Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ru­huna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetin­den daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziye­tini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zel­ze­leye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.» (Sözler: 636)

«Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtiza­zatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i küb­ra­sından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mik­robdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıl­dızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dün­yayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de had­siz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir in­sanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir in­san da­ima Yunusvari (A.S.) لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ de­meye muhtaçtır.» (Lem’alar sh: 7)

KUR’AN HAKİKATLARINA YAPILAN HÜCUMLAR MUSİBET VE BELAYI CELBEDER

Ehl-i dalaletin Risale-i Nur’a tecavüzatına karşı zel­zele musibetleri geldiğini hatırlatan Said Nursî Hazretleri önce mahkeme heyetine ve neşriyat yolu ile de bütün in­sanlara hitaben şu ikazı yapar:

«Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirdlerine şiddetli bir su­rette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belalardan siz mes’ulsünüz!

Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i mün­feridde mevkuf

Said Nursî» (Şualar: 287)

«Evet Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cudi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebebdir. Çünki za’f-ı imandan gelen tuğyan, ekser musibet-i âmmeyi celbettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmağa rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu. Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler; yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzum­suz bir halde bu derece âhiretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir.»(Kastamonu Lâhikası sh: 131)

«Medar-ı ibrettir ki, burada Risale-i Nur serbest oku­nup yazılırken -hilaf-ı âdet- başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risale-i Nur’a hü­cum edildi, yazdırılmadı, ta’til oldu; gayet şiddetli bir kış başladığı gibi, Afyon’a şekva suretinde yazılan hasbihal ve zelzeleleri Risale-i Nur’un ta’tiliyle münasebetdar gösterdiği cihetini inanmayanlara güya inandırmak için aynı taarruz zamanında başlayıp şimdiye ka­dar arasıra hafifçe sarsar, ikaz ediyor diye işit­tim.» (Emirdağ Lâhikası-1 sh: 25)

Bolşevizmle, münafık gizli ifsad cereyanının birleştiri­lip Risale-i Nur’a hücum teşebbüsünde büyük musibetlerin başlayacağına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri şöyle ihtarda bulunuyor:

«Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitablarına karşı inad etse ve musa­laha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleş­tirdiğine alâmettir ve hükûmet onları dinlemeğe mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve manevî musibetler hücuma başlar­lar.» (Şualar sh: 337)

«Risale-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusuratına tokat gelir. Hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”

Elcevab: Memur olmayan veya hususî, şahsı itiba­riyle hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur; ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağ­mur­suzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî bela­lara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yeme­miş gibi gö­rünüyor.

Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmeti­mize ilişenler olsa [6] اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te’hir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi ceza­ları dünyaca ta’cil edilmez.

Said Nursî» (Emirdağ Lâhikası-1 sh: 75)

«Bu manidar yeni zelzeleyi merak ettim. Kalben dedim: Eğer sair yerlerde bu şiddetle olmuşsa, herhalde Nur şakird­lerine dahi yine bir tecavüz var. “Yoksa benim yalnız mektu­bumla alâkadardır?” diye sordum. Dediler: Yalnız Ankara hafif, Afyon ve Eskişehir ve bu Emirdağı’nda ve en şiddetlisi bu kasabada olmuş. Fakat medar-ı hayrettir ki, dört defa şid­detli olduğu halde, hiçbir zarar olmadı. Bunun bir hikmeti budur: Kat’î emir verilmiş ki: “Said’i cebren hükûmete geti­riniz.” Bekçiler ve bir onbaşı gelmişler. Kapımı kapamıştım, kilitlemiştim. Onlar demişler: “Biz istifa ederiz, onun kapısını kırmayacağız.” Dönmüşler, gitmişler. Demek bu hususî zel­zele, müdafaatımdaki zelzeleler gibi Risale-i Nur’la alâkadar­dır ki; bu defa hususî kaldı, hem şiddetiyle beraber zararsız geçti. Eğer Nur’un buradaki küçücük medresesinin kapısını kırsaydılar, elbette tokat ciddî olacaktı; yalnız ihtar için olma­yacaktı. Gerçi bu taarruz cüz’î ve hafif idi, fakat ben gizle­mem ki, hiç bu defa gibi damarıma dokunmamıştı. Fakat Nur ve Nurcuların hatırı için, hârika tahammül ettim. Çünki o bedbaht, hükûmette, vazife sandalyasında bana şetmedip hizmetçime der: “Git, ona söyle.” Hükûmetin nüfuzunu ser­seri şahsına mâlederek meydan okumuş ve Eski Said’in bende irsiyet kalan damarıma çok ilişti. Fakat fevkalâde ehemmiyetli olan sükûn ve temkin ve itidal-i dem ve sabır ve tahammülün kat’î lüzumu beni teskin etti.» (Emirdağ Lâhikası-1 sh: 173)

«Bugünlerde hastalığım itibariyle kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile ve fırtına ile gazab-ı İlahîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir ma­nevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hata-yı umumî mi meydana geldi?” Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: “Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?”

Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu ta’cil edip tasdik etmişler.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 71)

Demek resmî makamlarca yapılan din aleyhindeki icraatları bilen ve gören Zât-ı Zülcelâl, hikmeti iktiza ederse azgınları ve bilerek veya bilmeyerek onlara taraf olan halkı, hatadan dönmeleri için tokatlayarak ikaz ediyor.

«Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şâkirdlerinden olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rü’yada görüyor ki: Ispartanın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur nâşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor. (Haşiye) O da korkusundan uyanıyor. İki gün sonra Risale-i Nuru tâtil ve mânen toprağa defnetmek niye­tiyle küre-i arzı titretecek derecede bir hatâ ile Risale-i Nurun eczalarını evrak-ı muzırra nev’inden taharri edip, toplayıp merkez-i hükûmete, tâ dahiliye vekâletine gönderir. Hiçbir daire kanunca mucib-i muaheze ve mes’uliyet bir şey Risale-i Nurda bulamadığından, o mânevi zelzele içinde öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur, dirilip, yer yarılıp mey­dana çıktığı gibi, yine o rü’ya işaret ediyor ki, bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir halâskâr, bir münci suretinde musibetzedelerin imdadına ye­tişecek.

Risale-i Nur şâkirdlerinden (Yıldırım) Süleyman Rüşdü» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî 28)

ZINDIKLARIN NUR’A HÜCUMU ZELZELEYE SEBEBİYET VERİR

Dine hizmet yolunda karşılaşılan taarruz ve işkence­lere göğüs geren Nur Talebelerinin haber verdikleri din düşmanlarına gelen musibetlerden bazıları da şöyledir:

«Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risale-in-Nura ve talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i gara­zın sözünü dinliyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zendeka tarafdarları, mübarek Üstadımızın ihbar­ları olan ve Risale-i Nurun büyük kerametlerinden olup zel­zeleler eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı. Risale-in-Nurun İlâhî ve Kur’ânî hakikat­larına karşı cephe alan bu zümrenin başına bir dördüncü to­kat daha geldi.

Garibi şu ki, biz şubatın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Iztırab ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle kendisinden sorulan sual­lere cevap vermek için altmışbeş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek Üstadımızın cevap­ları arasında “O zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” kelimeleri, tekrar tekrar hey’et-i hâkimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu. Bir kaç def’a mahkemeye gidip geldikten sonra, 7 Şubat 1944 tarihli İstanbul’da münteşir “Hemşehri” ismindeki bir gazete elime geçti….

İşte bu gazetenin de harb boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, Anadolunun yirmibir vilâyetini sarsan ve şubatın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pek çok zayiata mâl olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal, şubatın üçünde mahkemede sevgili üstadımızın hey’et-i hâkimeye “zındıkların dünya­ları başlarını yesin ve yiyecek ” diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım….

İşte, merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zel­zele, Risale-in-Nurun dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malûmatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Geredede ikibin ev yıkılmış, yıkılmıyan evler de oturulmıyacak derecede harab olmuş, binden fazla ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen ölü çıkartılıyormuş. Düzcede zarar çokmuş, ölü ve yaralıların mikdarı malûm değilmiş. Ankara’da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhanede iki ev çökmüş, bâzı köylerde sarsıntıyı müteâkib yangınlar ol­muş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yer altından gelen bir takım gürültüler tâkib etmiş….

Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer olarak toplanmışlar, düşün­celi, hüzünlü gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel ve olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri gö­rünmemiş, kasabalardan uzaklaşarak kırlara git­mişler. Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar isyanı­mızdan mütevellid olarak başımıza gelecek felâket­leri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diyerek taaccüb ediyorlar.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 213)

MUSİBETLERİN MÜ’MİNLERE GELMESİNDEKİ BİR HİKMET

Dünyada musibetin azgınlara daha çok gelmesi bek­lenirken mü’minlere gelmesindeki hikmet:

«SUAL: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’aniyede füturları cihetinde bir itab telakki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’aniyeye hakikî düş­manlık edenler, selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?

ELCEVAB: [7] اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur’aniyeye zıddıyeti, mümanaatı, dalalet hesabına ge­çer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü, zındıka hesabına ge­çer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle ça­buk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işleyenlerin, nahiye­lerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkeme­lere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları te­mizlemek için kısmen dünyada ve sür’aten verilir. Ehl-i dalale­tin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık ha­yat-ı dünyevi­yeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı ada­let olarak âlem-i bekadaki mahkeme-i kübraya havale edildiği için, ek­seriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.

İşte hadîs-i şerifte [8] اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ hakikata dahi işaret ediyor. Yani: Dünyada şu mü’min, kısmen kusu­ratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zin­dan ve cehennemdir. Ve kâfirler madem Cehennem’den çıkmayacaklar. Hasenatlarının mü­kâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te’hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü’min bu dünyada dahi kâfir­den manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes’ud­dur. Âdeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor.» (Lem’alar sh: 47)

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. Çünki, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksadlar onunla kasden istenilmez, istenilse ihlas kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi döğüştükleri vakit Kur’an’ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur’an’a geldiği gibi; Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper isti­mal edilmemeli. Evet Risale-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahiddir. Fakat Risale-i Nur tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasd ile to­katlar gelmez. Çünki sırr-ı ihlas ve sırr-ı ubudi­yete münafîdir. Bizler, bize zulmedenleri, bizi hi­maye eden ve Risale-i Nur’da istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 262)

«Hattâ bu defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünki mes’ele şa­şaalandığı için, doğrudan doğruya avam-ı nâs bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler diye, dedim: “Ya Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın.” (Emirdağ Lâhikası-1 sh: 75)

DOSTLARIN HATALARI İLAHÎ TOKADA MÜSTEHAK EDER

Şahsa değil şahsın hizmetine zarar verenler, tokat yer­ler:

«Medar-ı ibret bir mes’ele:

[Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i maneviyeyi teyid edecek yedi emarenin delaletiyle, sırf hiz­met-i Kur’ana ait bir ikram-ı Rabbanîyi ve bir himayet-i İlahiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zaîf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım. O yedi emarenin dördü; dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için şahsıma değil, Kur’ana hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o maksadlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emare­nin üçü ise, ciddî dost idiler ve daima da dostturlar; fakat dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti muvakka­ten göstermediler, tâ ki ehl-i dünyanın teveccü­hünü kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emin olsunlar. Halbuki o üç dos­tum, maatteessüf o maksadlarının aksiyle birer itab gördüler.]

Evvelki dört zahirî dost, sonra düşman vaziyeti göste­renlerin

Birincisi: Bir müdür, kaç vasıta ile yalvardı. Onuncu Söz’den bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise, terfi’ için dost­luğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. Valiye şekva ve ih­bar suretinde verdi. Hizmet-i Kur’aniyenin bir eser-i ikramı olarak terfi’ değil, azledildi.

İkincisi: Diğer bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak fik­riyle şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde raki­bane ve düşmanane vaziyet aldı, kendi maksadının aksiyle tokat yedi. Ümid edilmediği bir mes’elede, iki bu­çuk seneye mahkûm edildi. Sonra Kur’anın bir hizmetkârın­dan dua istedi. İnşâallah belki kurtulacak, çünki ona dua edildi.

Üçüncüsü: Bir muallim, dost görünürken ben de ona dost baktım. Sonra Barla’ya nakledip yerleşmek için düşma­nane bir vaziyeti ihtiyar etti; o maksadının aksiyle tokat yedi. Muallimlikten askerliğe atıldı. Barla’dan uzaklaş­tırıldı.

Dördüncüsü: Bir muallim (hâfız, hem mütedeyyin gör­düğüm için) Kur’anın hizmetinde bana bir dostluk edecek ni­yetiyle ona samimane bir dostluk gösterdim. Sonra o, ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak için bir memurun bir tek kelâmıyla bize karşı çok soğuk ve korkak vaziyeti aldı. Sonra o maksadının aksiyle tokat yedi. Müfettişinden şiddetli bir tekdir yedi ve azledildi.

İşte bu dört adam düşman vaziyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç dostum da ciddî dostluğun iktiza ettiği mer­dane vaziyeti göstermedikleri için, tokat değil, bir nevi ihtar nev’inde aks-i maksadlarıyla ikaz edildiler.

Birincisi: Gayet mühim ve ciddî ve hakikî bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemadiyen Sözler’i yazar, neşre­derdi. Müşevveş büyük bir memurun gelmesiyle ve bir hâdi­senin vukuu ile; yazdığı Sözler’i sakladı, muvakkaten istin­sahı da terketti. Tâ ki, ehl-i dünyadan bir zahmet görmesin ve bir sıkıntı çekmesin ve onların şerle­rinden emin olsun. Halbuki o hizmet-i Kur’aniyenin muvakkaten ta’tilinden gelen bir eser-i hata olarak, bir sene mütemadiyen bin liraya mah­kûmiyet gibi bir bela, gözü önüne konuldu. Ne vakit istin­saha niyet etti ve eski vaziyetine döndü; o davasından tebrie etti, lillahilhamd beraet kazandı. Fakr-ı haliyle beraber bin li­radan kurtuldu.

İkincisi: Beş seneden beri merd ve ciddî ve cesur bir dostum, ehl-i dünyanın ve yeni gelen bir âmirin hüsn-ü zannını ve teveccühünü kazanmak için, komşum iken, düşünmeyerek ihtiyarsız birkaç ay benim ile görüş­medi. Hattâ bayramda ve ramazanda uğramadı. Halbuki maksadının aksiyle karye mes’elesi neticelendi, nüfuzu kı­rıldı.

Üçüncüsü: Haftada bir-iki defa benimle görüşen bir hâfız, imam olmuş. Sarık sarmak için iki ay beni ter­ketti. Hattâ bayramda yanıma gelmedi. Hilaf-ı me’mul ola­rak, maksadının aksiyle yedi-sekiz ay imamlık ettiği halde hilaf-ı âdet bir surette ona sarık bağlattırılmadı.

İşte bu gibi vukuatlar çok var. Fakat bazılarının hatır­larını kırmamak için zikretmiyorum. Bunlar ne kadar zaîf bi­rer emare ise de, fakat içtimaında bir kuvvet hissedilir. Onunla kanaat gelir ki: Şahsıma karşı değil -çünki nefsimi hiçbir ikrama lâyık görmüyorum- belki hizmet-i Kur’an noktasında sırf o cihette bir ik­ram-ı İlahî ve bir himayet-i Rabbaniye altında hizmet ettiğimiz anlaşılıyor. Dostlarım bunu düşün­meli, evhama kapılmamalı. Madem hizmetkârlığıma bir ik­ram-ı İlahîdir ve madem fahre değil, belki şükre sebebdir ve madem [9] وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ fermanı var.. bu sırlara binaen, hususî bir surette dostlarıma beyan ediyorum. (Mektubat sh: 338)

DECCALİYETİN YAYDIĞI SEFAHET VE GÜNAHLAR

Burada ehemmiyetli bir meseleyi nazara almak zaru­riyeti var. Şöyle ki:

Şu okuduğumuz: «Sarhoşçasına, gayet heveskâ­rane şarkıları ve bazen kızların sesiyle, radyo ağ­zıyla (Şimdi daha çok televizyonla) bu mübarek merkez-i İslamiyet’in her köşesinde cazibedarane işittirilmesi bu korku azabını netice verdi.» ifadesi, bütün İslam memleketlerinin merkezi ve kahraman bayrak­tarı olan milletimizin yaşadığı vatanımızda yaygınlaştırılan sefahatler ve bid’aları hatırlatır. Yani asırlardan beri ecdadımızın yaşadığı ve uğurunda canlarını feda ettiği İslamiyet’ten alınan ve tarihî şerefimizi teş­kil eden millî ahlâk ve an’anelerimiz terk edilme­sin ve Avrupa’nın nefisperestliğinden doğan açık-saçık yaşayıştan ve adetlerinden vazgeçilsin, diye ihtar eder. Yani temel hadis kitaplarında Peygamberimizin (A.S.M) ciddiyetle ve tekrarla haber ver­diği ahirzaman fitnesini, yani deccal fitnesini bildiriyor. Evet Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Rivayetlerde gelmiş ki: “Deccal’ın bir yalancı Cennet’i var; kendine tâbi’ olanları ona atar. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi’ olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi, bir kulağını da Cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır…” diye tarifat var?

Elcevab: Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı ma­nevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek ces­îm­dir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanı’nın bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı ma­nevîsi gösterilmiş.

Amma Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeni­yetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.» (Mektubat sh: 58)

Bediüzzaman Hazretleri aynı manayı te’yid eden ha­berlerden şunları da nakleder:

«Rivayette var ki: “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra

[10] مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ اٰخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fit­neler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihti­yarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sar­hoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları bi­rer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, gü­nah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584)

Yukarıda dikkat çekilen (Dans ve tiyatro) gibi sefahet­ler, şimdi televizyonlarda maalesef daha yaygın haldedir. Bu ise, musibetlerin gelmesine fiilî dua sayılır.

Bediüzzaman Hazretleri şu hadise de dikkat çeker:

«Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a “Mesih” namı verildiği gibi her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde

[11] مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ { مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ denilmiş. Bunun hik­meti ve tevili nedir?

Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı he­lâl etmiş. Aynen öyle de; Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâ­mını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşist­liğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desise­leri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem ne­fisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nu­rani zincirleri çözer; hevesat-ı mü­teaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anar­şistliğe meydan açar ki, o vakit o in­sanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alına­maz.» (Şualar sh: 593)

Zamanımızda radyo ve televizyon gibi neşir vasıtaları­nın, millî ahlak ve an’aneleri tahribindeki dehşetini haber veren bir hadisin, asrımıza bakan mana vechesini açıklayan Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Birden ihtar edilen bir mes’ele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günah­lardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.

Ezcümle müteaddid vücuhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlet­tirmekle günaha sokar. Evet küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak lâzım gelir­ken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden el­bette tokat yiyecek. Nasılki havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz, gad­dar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda ede­meyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur et­tiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehennem’e gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet radyonun küllî nimetiyet ciheti, küllî bir şükür ik­tiza eder. Ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın ke­lâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhatablarına birden yetiştir­mek için, küllî yüzbin dilli semavî bir hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur’an’ı okumalıdır. Tâ o nimetin küllî şükrünü eda ve o nimeti idame etsin.

Said Nursî» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)

«(Medar-ı ibret ve hayret bir hâdisedir)

“Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazı­yor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelze­leden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göster­mek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedar­lara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzle­rini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.” Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmı­yor­dum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta’nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve Risale-i Nur’a muarız bir hocanın bütün hası­latını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına iliş­memesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilayetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihane­tiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 262)

Geçmişte olan bu hâdiseler, şimdiki insanlara ibret manzarası olmalı.

KU’RAN VE HADİSTE, AZGIN ZALİMLERE GELEN CEZALAR

Kur’an’da ibret nazarlarına arz edilen azgın zalimlerin helâket ve cezaları hakkında hayli ayetler vardır. Bunlardan her zamana bakan ibretlik bir kısmı notlar halinde aşağıda sıralanmıştır:

1- Azgın topluluğa gece yatarken veya gündüz vakti İlahî azab ve darbenin gelip çatması ve faidesiz piş­manlıkları. (7/4,5)

2- Azgınlara yere çöktüren sarsıntı musibeti. (7/91) – (29/36,37)

3- İlahî gazaba lâyık olan azgınların istidracen, yavaş yavaş tehlikeye itilmeleri. (7/182,183)

4- (Kimleri darbeleyip cezalandırmak gerektiği cihe­tinde kaderce) işaretlenmiş taşları yağdırma azabı ve hakikî mü’minlerin kurtarılması. (11/82,83) – (51/33-36)

5– Yeri altüst eden ve sabahleyin gelen korkunç ses ve taş yağmuru azabı. (15/73,74)

6- Karada yere batırmaktaş yağdırmak ve de­nizde boğmak azab ve cezalarıyla azgınlara yapılan tehdit­ler. (17/68, 69) – (29/40)

7- Yeryüzünde bozgunculuk (ifsadat) yapan dokuz komite ele başlarının tasarladıkları gece baskını planla­rının altüst edilişi ve toptan helak edilmeleri. (27/48-52)

8- Yere batırılma cezası (47/10)

9- Azgınlıkları sebebiyle helak edilen kavimler. (53/50-53) gibi pek çok ayetler, gazab-ı İlahiyeye delalet eden ve kıyamete kadar ibret ve ikaz dersleri makamında nazara verilen ayetlerdir. Bu gibi ayetlerin manasını, pek çok tarihi hadiseler tasdik etmiş ve edecektir diye Kuran’ın insanlık alemine duyurmakta olduğunu, bu derlemede kısmen nakledilen Risale-i Nur’daki ikaz edici derslerden anlıyoruz.

Yukarıda ayetlerin beyan ettiği hadiseler, müteşabih ve te’vile muhtaç ifadelerle hadislerde de haber verilir.

Ahirzaman fitnesinde, İslam dünyasını yok etmek isteyen dinsizlik cereyanının suikasd plân­larını hazırlamayı tasarlayan azgınların ve istemeye­rek onlara katılanların imhasına işaret eden müteşabih fakat manidar bir rivayet mealen şöyledir:

“Kâ’be’ye karşı (Merkeziyet-i İslamiyeye ve ihya-i hilâfete karşı) bir ordu, saldırı tertipleyecek. (İmha plânı hazırlayacak) Yerin bir çölüne geldik­leri vakit en öndekileri de (Elebaşlarını da) en sondakileri de (tamamiyle) yere batırılacak! Ben söze girip: “Ey Allah’ın Resûlü, onların içerisinde çarşı-pazar (ehli) olanlar, onlardan olma(dığı halde zorla katılan)lar da var. Nasıl olur da hepsi birden yere batırılıp (cezalandırılır)? dedim. Aleyhissalatu vesselam:

“Öndekileri de, arkadakileri de batırılır. Ancak, herbiri niyetlerine göre diriltilir” buyurdular.”

Buhari, Büyü 49; Müslim, Fiten 8, (2884)»

“Bu ümmette «hasf» (yere batırma), «mesh» (suret değişmesi) ve «kazf» (taş yağması) olacak. Bu musibet­ler kaderi yani (bütün varlıklara ve hadiselere Allah’ın hâkim olduğunu) inkâr edenlere gelecek.”

Ebu Davud, Sünnet 7, (4613); Tirmizi, Kader 7, (2153, 2154)»

«-Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden ge­lip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakâret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, (zelzeleyi), yere batışı (hasfı) veya suret değiştirmeyi (meshi) veya gökten taş yağ­masını, (kazfi) bekleyin.”

Tirmizi, Fiten 39, (2211).»

«Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kıyametin kopmasına yakın (bazı insanlar günahları sebebiyle) “mesh”e (hayvan süretine çevrilmeye), “hasf”e (yere batmaya) ve “kazf’e (taşlanma azabına) uğrayacaktır.”

Kütüb-ü Sitte: 7190»

«Enes Hazretleri (radıyallâhu anh) anlatayor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey Enes, dedi, in­sanlar yurtlar ediniyor. Bu yurtlardan biri Basra ve Busayra diye tesmiye edilmektedir. Eğer sen oraya uğrar veya ona gi­rersen, oranın çorak (tuzlu) arazisinden, gemilerin yanaştığı limanından, çarşısından, ümerasının kapılarından (Siyasî makamlarından) sakınasın!

Sana oranın güneşe açık yerlerini (dağlarını) tavsiye ederim. Zira orada (Basra ve Busayra ve şer cere­yanı mahallerinde) hasf (yere batma), kazf ve zelzele olacak. Bir kavim de normal şekilde akşama erdiği halde, sabaha maymun ve hınzırlar olarak çıkacak.”

Ebü Dâvud, Melâhim 10, (4307).»

Ümmetim on beş şeyi yaptığı vakit bela başlarına iner, buyurdu.

-Ey Allah’ın Resulü! Bunlar nedir? denildi. Peygamber (A.S.M.):

1- Devlet malı yalnız bir kısım insanlara (makam sahiblerine) verilip, ötekilerin (halkın) mahrum bırakıldığı;

2- Emanetin (Devletin idare makamlarının) kendi­sine bırakılan kişi tarafından ganimet sayıldığı; (Şahsî menfa­atlarda istismar edildiği)

3- Zekatın ödenmesi gereken bir zarar telakki edildiği; (Fakirlere yardım edilmediği)

4- Kocanın her hususta karısının emrinde bulun­duğu; (Aile reisliği kadına verildiği)

5- Kişinin anasına isyan ettiği (aile yapısında ma­nevi bağların koptuğu);

6- Kişinin (enaniyetine çok hoş gelen aşırı tarafgir) dostunu, (hakka bağlı olanlara tercih edip) çok iltifatkâr karşıladığı;

7- Babasına cefa ettiği (aile müessesesinin manevi nizamı bozulduğu);

8- Mescidlerde yüksek sesle konuşulduğu (Bu ihbar-ı Nebevîde; siyasî tarafgirlik, cemaatî taassub ve halkın hissiyatına hitaben heyecanlandırıp cemaatın teveccühünü toplamak ve kendine bağlamak gibi ihlasa münafi olan hissî temayüllerle yapılan heyecanlı vaazların zuhur edeceğine de işaret vardır);

9- Bir kavmin (milletin) en alçağı, o halkın ilk adamı (reisi) olduğu;

10- Bu kişinin şerrinden korkulduğu için ik­ram edildiği (tarafgirlik gösterildiği);

11- İçkinin bol bol içildiği;

12- İpek elbiselerin giyildiği (aşırı lüks hayata gi­ril­diği);

13- Şarkıcı kadınların

14- Çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği;

15- Ve bu ümmetin sonundakilerin, (Ahirzamandaki bozuk insanların) ilkte bulunanları (geçmiş muhterem ecdadı) lânetlediği vakit, bu on beş şey ger­çekleşmiş demektir. İşte bu saydıklarım meydana geldiği vakit, kızıl rüzgârı veya hasf’ı (Yere batırılma cezasını) ya da mesh’i (Çılgın yaşanan sefahetle bozulup hayvan­laşmayı) bekleyin.

Taç Tercümesi 5. Cilt 1009. Hadis (Tirmizi fiten/38 den naklen)

SONSÖZ

Mezkür nakiller gibi daha pek çok küllî manada riva­yetler vardır. Fakat derlemememizin hacmı itibarıyla kısa kesildi.

İşte bu izahlardan açıkça anlaşılıyor ki, Deccalın şahsından daha çok, onun tahribci cereyanından ve medenî hayat diyerek yaygınlaştırdığı sosyete denen anlayış ve yaşayıştan uzak durmaya dikkat çekiliyor. Yani, sonsuz merhamet sahibi olan Allah, (c.c.) aldatılan müslüman halkı, ahiretlerini kaybettiren fitne felaketinden kurtarmak için zel­zele gibi musibetlerle uyandırıyor, diye bütün gerçek İslâm alimleri haber veriyorlar.

Buraya kadar verilen izahatın neticesi olarak deriz ki: Kâinatın ve bütün ahval-i alemin, Âdil, Kahhar, Hakîm, Rahîm gibi sıfatlara sahib bir sahibi, müdebbiri ve mutasarrıfı var. Her an her şeyi bütün hususiyetleri ile bilir ve görür ve mezkür sıfatlarının gereği üzere muamele ve tasarruf eder. Hatakâr mü’minlere ekseriya cezayı dünyada verir; azgınlara ise, bazen ibretlik için az bir miktarı dünyada verip esas cezalarını da ahirete te’hir eder.

Evet Kâinatın sahibi, Kâinatın neticesi olan insanları başıboş bırakmış değildir.

NETİCE

İmtihan edilmek ve dinî talim ve ter­biye ile tekâmül edip hakikî insan olmak için dün­yaya gönderilen insanların, bu asrın bozuk yaşayı­şıyla işledikleri günahlardan tövbe etmeleri gere­kiyor. Aksi halde, çeşitli musibetlerle terbiye edilmeleri devam edeceğini Allah (c.c.) bildiriyor.

[1] Zilzal Sûresi, 99:1-5.

(Haşiye) Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor.

[2] yaşayarak

[3] gerekli görerek taraftarlık göstermek

[4] katılarak

[5] Enfâl Sûresi, 8:25.

[6] Zulüm devam etmez, küfür devam eder.

(Haşiye) Demek bu geçen seneki zelzele yâni İzmir zelzelesi Risale-i Nurun dirilmesine ve meydana çıkmasına bir emaredir ve o rü’yayı tâbir ediyor. Evet o zelzeleden evvel Risale-i Nur defnolunmuş gibi gayet gizli perde altında intişar ediyordu. Zelzele başladıktan sonra eski elbise-i fâhiresiyle meydan-ı zuhûra çıktı.

[7] Zulüm devam etmez, küfür devam eder.

[8] Müs­lim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323,

[9] Duhâ Sûresi, 93:11.

[10] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

[11] “Mesih Deccalın şerrinden … Mesih Deccalın şerrin­den.

 

Haber Kaynağı: ittihat.com.tr

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )