Dünden devam
Şu etraftaki herbir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etme-mişim, hem de tacizimi istemeyen müdahenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mîzansız bir ilacı istimal eden, acaba şifa mı bulur veyahut ölür?
Evet, sırrınca, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilaç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptela olan emsalinize hazım ilacı hükmünde olan iane toplamak, yahut eşkiyalık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücu-da, iltihabı tezyid eden Hamidîlik icra etmek ve ila ahir. . . acaba tedavi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?
İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zîra, sabıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin halini anlamıyordu,
yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada, herşeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.
Amma, bizzarûre hükümet-i İslamiyenin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûanın timsalini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; “Daü’l-cehl ile baş ağrısı var” yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyanet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslamiye ile mezc ederek bir macun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde daü’l-husûmet ile ihtilal sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak, ışıklandırarak, tiryak misal adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misal bir ilaç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahanesinde, bîçare etfali helaktan halas eder. Hâ, hükümet-i meşrûtanın timsal-i nûranîsi sırrınca, herbir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir.
Münâzarât, ss. 22-27.
Hakimiyet-i milliyeyi temin eden meşrûtiyet, beşer saadetinin bir sebebidir
Hem de Meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makina-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahak-kümün belasından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayesile mayalandıran, Meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihatla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şehadetname-i hürriyeti elinize vermeyecektir.
Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren herbirinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserane ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılab edecektir, inşaallah.
Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilayetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sukûtî medreselerine nisbeten, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi gösteriyor.
Hem Şafiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltı-larınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten ’nın başka bir ünvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 59-60.
Asya’nın kalkınmasının şartları hürriyet ve şûradır
Hem de mânâ-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve alem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürri-yettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten hâlâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak; burada yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.
Yaşasın Meşrutiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakikat-ı Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 55-56.
Şahısların gayr-i meşrû fiilleri sanattaki maharetlerine zarar vermez
Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Alem’in (Aleyhissalatü Vesselam) fermanını size tebliğ ediyorum ki, Şeriat dairesinde ululemre itaat farzdır. Ululemriniz ve üstadlarınız zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarklarının biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika herc ü merc olur.
zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüd câiz değildir. Ef’al-i hususiye-i nameşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki, bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekatı için, onların tıb ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz.
Hutbe-i Şamiye, ss. 112, 113.
(Dinî cerîde numara: 110,
30 Nisan 1909.)
Asya’nın bahtını açacak, meşrûtiyet ve hürriyettir
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.
Tenbih : Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mesele-sidira
Muhakemat, s. 39.
Devam edecek…