Dünyâya gönderilen insanın önemli bir görevi olduğu şüphe götürmez. Aklı başında kimse de bunun aksini iddiâ etmiyor zâten… İnsanın, Hâlık-ı Zülcelâl’in irâdesine uyarak, yeryüzünde bir takım imtihanlardan, denemelerden geçmesi iktizâ ediyor. O, ömür boyu süren bu imtihanların sonucunda ya ebedî bir saâdeti kazanacak veyâ, Allah korusun, ebedî bir zarara uğrayacaktır.
Dünyâya gelmek kendi elimizde olmadığı gibi, gidiş de isteğimize göre olmuyor. Hayâtın her safhasında bu iki hakîkatin farkında olarak, atacağımız her adımı ince ince hesaplamamız lâzımken, yine yaratılış gereği, çok sık hatâya düşüyoruz. Ama, aslolan, bu yanlışlıklarda ısrâr etmemek ve hatâmızın farkına varmaktır. Hazret-i Üstâd’ın tâbiriyle, hatâsını bilmek bir çeşit mânevî istiğfâr demektir. Pişmanlığını kendi kendine de olsa, îtirâf etmektir.
Yaptığımızın yanlışlığın hakkında bir kanâatimiz bulunmadığı zamanlar, işimiz daha da zorlaşmaktadır. Acabâ, dostlarımızın îkazlarını anlayacak ve kabûl edebilecek miyiz? Yoksa, bu kusûrumuzu gördüğü ve gösterdiği için nefsimiz o dostumuza gizlice düşmanlık mı duyacak? Halbuki, Külliyât’ta belirtildiği gibi, üzerimizde bir akrep bulunduğunu söyleyen kişiye nasıl minnettâr olursak, o dostumuza da aynı hisleri duymalıyız.
Geçenlerde, namaz esnâsında bâzı hareketlerimin uygun olmadığını ihtâr eden arkadaşıma, doğrusu biraz bozularak teşekkür ederken, bu hakîkat aklıma geldi. Bu eksikliğimi yıllarca düzeltmediğim için kendime kızacağıma, bu zâta neden kızmıştım? Söylemese idi, beni yanlış ibâdet ederken gören ve bir meşrepte yıllarını geçirmiş ak saçlı bir adam olarak örnek alacak olan pek çok kişinin günâhını da yüklenmeyecek miydim? Mâdem ki, daha görevlerimin nasıl ve ne sûretle en güzel şekilde îfâsını öğrenememiştim; böyle nâzikâne uyarmaya değil, belki kabaca itâba uğramaya bile lâyık değil miydim? Neyse, sonunda nefsimin bu haksız kızgınlığını yenebildim.
Bugünki en önemli görevimin, hemen bir ilmihâl bularak gusül, abdest, namaz, oruç gibi, her gün yapageldiğim ibâdetlerin farzlarını, vâciplerini, sünnetlerini tekrar hatırlamak ve iyice bellemek olduğu husûsunda karar verdim. Neden, kıyamda iki yana sallanmadan dimdik durmuyordum? Neden, rükûda sırtım ve başım yere paralel, dizlerim ve dirseklerim dik olmuyordu? Neden, rükûdan doğrulunca şöyle bir hareketsizlik hâline kavuşmuyordum? Neden, secdelerde anlımla birlikte burnum ve iki ayağımın parmaklarının içleri yere iyice temâs etmiyordu? Neden, secdeden kalkışta daha doğrulmadan ikinci secdeye gitmekte acele davranıyordum? Neden, tahiyyatta, öne-arkaya sallanıp sabırsızlık belirtisi gösteriyordum?
Her bir konuyu okudukça, sıkıntıdan soğuk terler bastığını hissediyordum. Ben, yıllarca bu hatâlarla ne yapıp durmuştum? Gençlerin, bâzen aralarında fısıldaşıp, îkaza cesâret edemeden, yanlışlıklarımı nasıl gidereceklerini birbirine danıştığını tahayyül ettim. Terlemem daha arttı. Bu sefer, mahcûbiyetten harâret basmıştı. Bunca yıl, câmide, cemâatte benim hatâlarımı görüp de söyleyemeyenlere; dahası, bu hareketlerin kitaba uygun olduğunu düşünenlere karşı hayâlen öyle bir utandım ki, sormayın!..
Gerçekten de, maddî en ufak bir çıkarımızın bulunduğu işlerde ne derece hassâsiyet gösteriyoruz da; böyle mânevî işlerde ne kadar aldırmaz, ehemmiyet vermez bir tavır takınıyoruz! Ticâretimizde birkaç lira fazla kazanmak için olmadık çâreler buluruz. Memûriyette bir kademe ilerlemek için yıllarca tahsilimizi ilerletiriz. Emeklilikte bir derece kazanmak için ne plânlar yaparız. Ama ibâdette, kullukta yarım-yamalak yaptıklarımızı kâfî görür; ilerleme için herhangi bir zahmete katlanmayız! Bu akıllılık mıdır?