Sözlük anlamı güçsüzlük, güç yetirememe, ihtiyaçlarını elde etme takatinden mahrum olma manalarına gelir. Risalelerin bakışıyla bakarsak ‘acz’ bir zenginliktir. Aciz yaratılan insan bu sayede Rabbini tanır ve onun birçok isim ve sıfatlarını ruhunda bulunan acz madeniyle anlar. Eksik yaratılan insan mükemmele ulaşmak için bir arayışa girer ve Kamil-i Mutlak olan Rabbini bu vesileyle bulur. Yine risalelerin diğer bir bakışıyla bakarsak ‘acz‘ hakikate ulaşmanın, kulun Allah’a vasıl olma yollarının en kısası, en selametlisi ve en umumisidir. Buna göre ‘acz‘i iki başlık altında inceleyeceğiz. Birincisi yaratıcıyı anlama ve ona ayine olma başlığı, diğeri Allah’a vasıl olma yolu olarak acz başlığı.
1. Allah’ı anlama ve ona ayine olma yönüyle acz:
Gaye varlık olarak yartılan insanoğlu her halinde ve her tavrında madde ötesinden bir iz taşır. Bu iz bazen gecenin aydınlığa ayine olması gibi bir izdir. Bazen kendisine verilen fani ve küçük örneklerden yola çıkarak sonsuzlukların sultanını anlamaya doğru kanatlanma tarzında bir izdir. Bazen de kendi üstündeki nakışlardan ilham alarak nakışların menbaına ve kaynağına doğru koşturur. Hep bu izlerin şifresini çözmeye çalışır. Bu şifre izlerden birisi de acz şifre izidir. Üstad Hazretleri ‘acz‘ şifre izinin bize veriliş gayesini şu cümle ile özetler:
“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.”
Demek ki insanoğlu fıtraten aciz ve fakir yaratılmış. Ta ki kendini yeterli görmesin, kudreti nihayetsiz ve hazinesi sonsuz bir zata sığınsın, mükemmele ulaşsın. Bunu en iyi yapanların peygamberler olduğunu Kur’an bize ders veriyor. Hz. Yunus (AS) denize atılınca acizliğini kimsesizliğini zerresine kadar hissedip; bu mülahazalarla ciddi bir samimiyet ve hulusiyetle Rabbine müteveccih olur ve gecenin karanlığını yırtan, denizin dağlar gibi dalgalrını teskin eden o meşhur duasını haykırıp gecenin korutucu karanlığı ve denizin dehşet verici dalgaları kudret elinde bir zerre gibi olan Zat-ı Zülcelal’e yönelir. Yönelir ve sonsuz vefa sahibi olan Zat-ı Zülcemal cünudundan bir balığı ona binek yapar. Üstad Hazretleri bu kıssayı değerlendirirken şöyle muhteşem bir tespitte bulunur:
Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde “gece, deniz ve hut” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demekesbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. (1. Lem’a)
Demek ki Hz. Yunus İbni Meta (AS) kendi acizliğini ve sebeplerin acizliğini aynel yakin görüp buna karşılık Rabbinin sonsuz kudretine sığınma ihtiyacını ruhunun en derin noktasında hisseder. Rabbinin kuvvet ve azametine sığınır. Bu haleti ruhiye onu Allah’a daha çok yaklaştırır. Acziyle Allah’ın kudretine ayine olur.
Ameli bilginin doruklarında at koşturan Üstad Hazretleri de fıtratındaki acziyle Allah’ın kudretini nasıl hissettiğini 4. Şua’da anlatır. Bu risale baştan başa acz-i insani – kudret-i rabbani konusunu nazara vermektedir. Ancak biz bir kça cümlesini mütalaa edeceğiz. Şöyle ki:
Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar Halbuki müthiş bir fena o bekayı söndürüyor O hâletimde yanık bir şairin dediği gibi dedim: Dil bekası, hak fenası istedi mülk-ü tenim Bir devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber Meyusâne başımı eğdim Birden âyeti imdadıma geldi (4. Şua)
Demek ki insanda üç kuvvetli arzu var. Bekaya olan şiddetli aşk, var olmaya olan şiddetli muhabbet ve hayata olan şiddetli iştiyak. Bunlara mukabil insanda hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr hükmediyorlar. Dikkat edilirse ilk üçü sadece arzu ama acz ve fakr hükümdürler. Yani asıl fıtratımız aciz ve fakirdir. İstek ve arzularımızı elde etmek kudretinden çok uzaktır. Bu vaziyet insanı müthiş elemlere ve ızdıraplara sürükler. Tatlı hayaller ona acılaşır. Şirin vaziyetler onu tazip eder. Çünkü arzuları çok şiddetli ama onları yerine getirme gücünden mahrumdur. Daima bir eksiklik hisseder, bir arayışa girer. İşte aciz insan kudretli yaratıcıya sığındığında mükemmele ulaşır. Eksik olan tarafını tamamlar. Allah’ı daha iyi tanır. Kadir ismine parlak bir ayine olur. Dert ve ızdıraplar yerine ferah ve mutluluklara gark olur.
Tüm fiillerin tek sahibi olan Faal-i Zülcelal insandaki acz madenini işletmek, aciz olduğunu ona hissettirmek gayesiyle belalar, musibetler, hastalıklar gönderir. Bütün bunlar bir cihette insanı Allah’a yaklaştırmak, Allah’a sığınma ihtiyacını hissettirmektir. Üstad Hazretleri bu manayı şöyle dile getirir:
Sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi’ emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevkeder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de: Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarhlarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za’f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder. (2. Lemanın hatimesi)
Demek ki sıhhat, afiyet ve lezzet gibi nimetler insanı şükür fabrikası haline getirir. Ancak acz ve fakr madenleri hareketsiz kalır. Çünkü daima afiyette ve lezzette olan bir insan aczini hissetmeyebilir. Gaflete girme ihtimali de olabilir. Bela ve hastalıklar ona aczini hissettirir, onu gafletten kurtarır. Rabbine ihtiyacını hisseder, ona ayine olur.
Kainatın üç yaratılış gayesinden biri ve belki en birincisi Zat-ı Akdes’in kendi esma-i hüsnasının ayinelerini müşahade etmesidir. Görüntüler alemi Zatı-ı Akdes’in ayinesidir. Bu ayineler içinde en parlak, en aktif ve en cami ayine şüphesiz insandır. Her sıfatında olduğu gibi ‘acz’ ile de Allah’a en berrak ayine insandır. Çünkü Allah’a en çok muhtaç olan odur. Diğer varlıkların mesela bir hayvanın yemek, içmek, uyumak ve yuva yapmak dışında bir ihtiyacı yoktur. Ama insanın cennetlere, ebediyetlere ihtiyacı var. Dolayısıyla Allah’ın Kadir ve Gani isimleri insana daha çok teceli etmektedir. Mesela bir padişahın raiyetinde birisinin dört şeye diğerinin dört bin şeye ihtiyacı var. Padişah her ikisinin de ihtiyaçlarını giderir. Fakat padişahın cömertliği, kudreti, zenginliği ikincisinde daha çok görünür. İşte rahmetiyle kainatı kuşatan Zat-ı Akdes, bütün varlıkların ihtiyacını eksiksiz gönderir. En çok insan muhtaç olduğundan Allah’ın merhameti, kudreti, gınası onda daha çok görünür. Hiçbir hayvanın elbiseye ihtiyacı yoktur. Belli bir yaştan sonra sevgiye, şefkate de ihtiyacı yoktur. Uzayı merak etmez. Denizin dibini merak etmez. Maddenin sırlarını keşfetmeye ihtiyacı yoktur. Devletler, ordular kurmaya, hukuk yapmaya ihtiyacı yoktur. Cenneti ebediyeti hiç düşünemez. Bütün bunlara ve belki kaç misline sadece insan muhtaçtır. İşte ihtiyaç arttıkça acz de artar, acz arttıkça yaratıcının kudret ve gınası daha çok tecelli eder.
2. Allah’a vasıl olmak yoluyla acz:
Ezel ve ebedin Zülcelal Sultanı mülk ve melekut alemini yarattı. Bunlar arasında mukaddes ve münezzeh zatına muhatap olabilecek insan varlığını seçti. O insanı türlü türlü cihazlarla duygu ve latifelerle donattı. Ona emanet-i kübrayı koruma teklifinde bulundu. İnsanoğlu yerin, göğün ve dağların kaldırmaktan çekindiği o emanet-i kübrayı koruma vazifesini yüklendi. Zat-ı Akdes elest bezminde (Kalu Bela) insandan söz aldıktan sonra onu mülk ve melekut perdelerinin ötesine attı. Ve insan bu perdeleri aşıp birkez daha hakikate ulaşmak, varlığı vücub mertebesinde olan Zat-ı Müberra’ya vasıl olmak için çeşit çeşit yollar keşfetti. Eskilerin ifadesiyle ”Allah’a ulaşan yollar mahlukatın nefesleri adetincedir.” sözüne göre insanların fıtratlarına alemlerine, meraklarına, manevi zevklerine göre birçok yollar keşfedildi. Bu yollar içinde Üstad Hazretleri de ”acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunu keşfettiğini ifade etmektedir. Şöyle ki:
Cenâb-ı Hakk’a vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat bu yolların bazısı bazısından daha kısa daha selâmetli daha umumiyetli oluyor. O yollar içinde kasır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür yoludur.tarikıdır. (26. Söz Zeyli)
Konumuz acz olduğu için daha çok bu kelime ve bunun bir tamamlayıcısı olan fakr kelimesi üzerinde duracağız. Evvela bu yol diğer yollardan daha kısa, daha selametli ve daha umumiyetli olduğu ifade edilmektedir. Risalelerde bu yolların özellikleri şöyle izah edilir:
Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. (26. söz hatime)
Eskiler öncelikle fenafişşeyh sonra fenafirrasul en son fenafillaha ulaşmışlar. Bu yolda insan elini nefisten çeker fakat murşide takılabilir. Murşid araç olması gerekirken amaç olabilir. Allah’tan gelen feyze müridine aksetmesi için sadece bir ayna vazifesi görmesi gerekirken böyle olmayıp mürid murşidine mastar ve menba olarak bakabilir. Ona takılır onu geçmesi uzun zaman ister. Muvaffak olursa sonra resule ve en son Allah’a vasıl olur. Fakat acz yolunda insan elini nefisten çektikten sonra doğrudan Allah’a ihtiyaç hisseder. Fenafillah’a ulaşır. Arada hiçbirşey görmez. Evvela kendi aczini görür. Benliğinin yapısında olan şiddetli isteklerini yerine getiremediğini anlar. Sonra kendi acziyle beraber diğer mahlukatın da aczini görür. Ona medet verecek, derdini dinleyecek sonsuzluğun sahibinden başka kimsenin olmadığını hisseder. İbrahimvari ”Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub.” der. Yunus (AS) gibi sebeplerin sükut ettiğini görür, aczini anlar, doğrudan Allah’a el açar.
Hem bu yol daha selametlidir. Şöyle ki:
Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane dâvaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. (26. söz hatime)
İnsan ruhu işlene işlene maneviyatta belli bir makama gelince bu makamına güvenerek, ameline, ibadetine ve hizmetine itimat ederek bir gurura bir ucbe girebilir. Allah ile şathiye tarzında senli benli konuşup ilahi edebe riayet etmeyebilir. İbadetine güvenip Rabbinden olağanüstü hadiseler, kerametler, tecelliler bekleyebilir. Ama acz yolunda insan ne kadar yükselirse yükselsin manevi makamı ne derecelere gelirse gelsin o, kendini daima makamsız bilir. Kendinde sadece nakıs, kusur, acz ve fakr görür. Öyle manevi makam sahibi olma, olağanüstü olaylar bekleme, feyiz ve tecelli isteme gibi gayeleri yoktur. O sadece muhtaç olduğu için ibadet eder, hizmet eder. Dolayısıyla kendisinde bir makam görmez ki ona güvenip nazlansın. Şataha tarzında konuşup ilahi edebe riayetsizlik etsin veya balapervezane davalarda bulunsun. O kendini daima bir hiç görür. Bu sebeple tehlikeli yollara süluk etmez. Daima ihtiyacını hisseder ve doğru yolda ilerler.
Hem bu yol daha umumidir. Şöyle ki:
Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip, “Lâ mevcûde illâ Hû” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, “Lâ meşhude illâ Hû” demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gâyet zâhir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcûdâtı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip, Esmâ-i hüsnâsının mazhariyet ve âyinedârlık vazifesinde istimal ederek mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakk’a bir yol bulmaktır. (26. söz hatime)
Demek ki Allah’a giden yollardan bazıları herkese hitap etmez. Belli seviyedeki ve belli fıtrattaki insanlar ancak o dar yollardan geçebilirler. Mesela vahdetül vücud meşrebinin piri olan Muhiddin-i Arabi Hazretleri ”bizim makamımıza gelmeyen bizim kitaplarımızı okumasın” ifadesinde bulunur. Çünkü o kitapları anlayıp okumak belli bir seviye ister. Onun için birçokları İbn-i Arabi’yi anlayamadıkları için onu Panteist zanneder. Hatta Bazıları tarafından tekfir bile edilir. Ehl-i vahdetüşşuhud olanlar ise varlığı unutmaya çalışır. Ta ki hakikate ulaşabilsin. Kur’an ise kainata Allah hesabına bakmayı emreder. Görüntüler alemi Allah’ı tanımak isim ve sıfatlarını okumak için bir araçtır. Tefekkür yoluyla bu görüntülerden Allah’a gidilir. Ehl-i vahdetüşşuhud kainatı Allah’a ulaşmakta bir engel olarak görür. Onun için onu unutmaya çalışır. Ehl-i vahdetülvücud ise kainatın varlığını inkar eder. Bu yol ise Allah’ın maddede tecelli eden isimlerini görmemiş olur.
Evet acz yoluyla Allah’a ulaşmak daha kısa, daha selametli ve daha umumiyetli bir caddedir.
Acz yolunda insan kendisini bir hiç görmelidir. Ayet-i kerimenin ifadesiyle bütün iyilikleri Allah’tan kötülükleri de kendi nefsinden bilmelidir. Böyle olursa insanın kendine güveneceği birşeyi kalmaz. Her halinde Rabb-i Rahimine ihtiyaç hisseder. Üstad Hazretleri bu mana da şunları kaydeder:
Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehâsin ve Kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi,قَدْاَفْلَحَمَنْزَكّيَهَا sırrıyla şudur ki: Kemâlini Kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir. (26. Söz Zeyli)
Allah kadirdir, insan aciz… Allah ganidir, insan fakir… İnsan kendi benliği içinde bir keşif yoluna çıkarsa, kendi sıfatlarını görse o zaman Allah’ın sıfatlarını ve isimlerini tam anlar. ”Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifine göre kendimizin farkına vardığımız ölçüde Allah’ın sıfatlarının farkına varırız. Aczini anlayan bir kul, kendi hakikatini keşfetmiştir. Gerçeğin farkına varmıştır. Kendi benliğindeki tefekkürü tamamlayınca eksik olduğunu görür. Nefsindeki acze mukabil bir kudret, fakra mukabil bir gına arar. Bu arayışın neticesinde sonsuz kudret ve gınanın tek sahibi olan Kadir-i Külli Şey’e intisab eder ve artık o kul mükemmele ulaşmış sayılır. Kendi acziyle Rabbinin kudreti arasında hiçbir varlık kalmamıştır. Cismaniyeti aşmış, kalp ve ruhun hayat mertebesine vasıl olmuştur. Bunun içindir ki bu mertebeye ulamış bir insanın madde dünyasından hiçbir pervası kalmaz. Her hali huzur, mutluluk ve elemsiz lezzet halidir. Üstad Hazretleri bu manayı şöyle ifade eder:
Evet emr-i كُنْفَيَكُونُ e mâlik bir Sultan-ı Cihân’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müdhiş bir musibet karşısında اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ deyip İtmi’nan-ı kalb ile Rabb-i Rahîm’ine îtimad eder. Evet ârif-i billâh, aczden, Mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: “En leziz ve en tatlı hâletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, za’fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir.” Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-yi tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.
Aczin zıddı istiğnadır. Yani kendini yeterli görme, hiçbirşeye ihtiyaç hissetmemedir. Bu da insanı tağut yapar. Bu hissin meyveleri nemrutlar, firavunlar, karunlardır. Herşeyi kendi nefislerinden bilir. Allah’ın verdiği hesapsız nimetleri, başarıları, kendilerindeki aczi hissetmedikleri için, nefislerinden bilirler. Karun gibi ”Herşeyi ben kendi ilmimle kazandım.” der, dalalete gider. Kur’an bu hale şu ayetle dikkatleri çeker: ”Hayır! Şüphesiz insan kendisini ihtiyaçtan kurtumuş görmesinden dolayı gerçekten (isyan ederek) haddini aşar. (Alak suresi 6-7)”. Demek ki kendini muhtaç hissetmeme Allah’a ulaşmaya engel teşkil ettiği gibi Allah’a acz ve fakrıyla ihtiyaç hissetme de Allah’a ulaşmaya sebeptir.
Sonuç olarak acz bir zenginliktir. Allah’a ulaşmak için en keskin yoldur. Bunu keşfedip bu yolda yürüyenlere ne mutlu.