Nurdan Haber

Referandum, Üniversite Reformu ve Türkiyede Bilimin Geleceği

Referandum, Üniversite Reformu ve Türkiyede Bilimin Geleceği
13 Nisan 2017 - 9:30

Özel Haber

Daha 15 sene öncesinde neler olduğunu ve bu ülkede hangi istikrarsızlıkları yaşadığımızı gençler çok da hatırlamaz. İsterseniz geçmişe bir uzanalım. Neler yaşadığımıza şöyle bir bakalım. Hafızamızı tazeleyelim isterseniz. Örneğin, HSYK, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin üçünü birden kontrol edebiliyordu. AYM, HSYK, Danıştay,Yargıtay gibi unsurlardan oluşan ve onların hepsini de kontrol altında tutup yönetecek bir Genel Kurmay Başkanlığına bağlayarak adeta bir müstemleke valiliği düzeninin kurulduğunu görmüş ve yaşamıştık.

Danıştay, haddi hesabı olmayan iptal kararları ile ülkeye tamiri mümkün olmayan zararlara sokmuştu. TÜPRAŞ, TEKEL, Kardemir, İGDAŞ, limanlar, şeker fabrikaları gibi çok sayıda kamu ve belediye iktisadi teşekkülünün satışı hep Danıştay’a takılıp kalıyordu. Danıştay’ın diğer idari kararları da hep yasaklardan yana işlemişti. YÖK ‘ün üniversitelere girişte uygulanan katsayı adaletsizliğini kaldırmak için attığı her adımda karşısında bu yüksek yargı kurumunu bulmuştu. Yükseköğretimde kız öğrencilere uygulanan eğitim eşitsizliğinin kaldırılmasını engelleyenlerden biri de Danıştay’dı.

Yüksek mahkeme, 377 kararı ile askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan düzenlemeyi iptal etmişti. Meclis’in üniversitelerde eğitim özgürlüğü adına alınan kararları da bu kurumca hep geri çevrilmişti.

Öbür taraftan ülkenin hayrına bildiğimiz kanun maddeleri Anayasa Mahkemesi engeline takılıyordu. Bu iptallerle ülke çoğu kere kaosun eşiğine getirilmişti. Ortaya çıkan maddi maliyetler korkunç boyutlardaydı. Örneğin bugüne kadar 27 siyasi parti kapatan mahkeme, sadece iktidar partisi hakkında açılan kapatma davası ile ülkeye doğrudan ve dolaylı 20 milyar doları aşan maliyete yol açmıştı. Aslında geçmiş yıllardaki iptalleri düşünürsek ülkenin trilyonluk zararlara uğradığını tahmin etmek hiç de zor değildir. Hatta, ünlü bilim adamı Prof. Dr. Nejat Veziroğlu oturmuş bu kayıpları dile getiren bir yazı bile hazırlamıştı (Misak dergisi, 1997, sayı 85).

Gelişmelere bakarsak, özellikle 15 Temmuz sonrası ve öncesinde ülkemizin milli güçleri, tıpkı kurtuluş savasında olduğu gibi, ülkenin bizzat kendi kurumları tarafından kuşatılmış ve işgal vaziyetine karşı tarihi bir mücadele verdi ve vermekte. Dünyanın değişik köşelerinde tepkilere bakarsak, Referandum sonucu “evet” çıkarsa bu kurtuluş savaşında önemli bir zafer daha kazanılmış olacak ve tarihi bir adım atılmış olacak. Sıra ülkenin eğitim sistemi ve müfredat üzerindeki işgalin kaldırılmasına sıra gelecek.

Derin Güçlerin YÖK Üzerindeki Hakimiyeti

Rektörlere ve YÖK başkanına verilen olağanüstü yetkilerle üniversitelerin kolayca tek tipleştirilebildiğini görmüştük. Kemal Gürüz gibi YÖK başkanları, Kemal Alemdaroğlu gibi üniversite rektörlerinin uygulamaları buna açık örneklerdi. YÖK sistemi değişmediğine göre geçmiştekilerin tekrar yaşanmaması için hiç bir sebep yok. İşte Referandum bir türlü yapılamayan YÖK sisteminin de değiştirilmesinin yolunu açacak.

Üniversitelerin başına öyle bir YÖK yasası diye bilinen üniversiteler kanunu musallat edilmiş bulunuyor ki, diğer unsurları bir yana, örneğin sadece rektör seçim sistemi, üniversiteleri huzursuz etmeye ve kendi içinde problemli hale getirmeye kâfi gelmektedir. Mevcut Anayasa ile ülke ordu-yargı-medya üçgeninde krizlerle boğuştu. Bu üçgenin anayasa vasıtası ile büyük bir ustalıkla oluşturulmuş olduğu açıktı Bu referandum ile Bu Şeytan Üçgeninden büyük ölçüde kurtulacağımızı düşünüyorum.

Geçmişi ne çabuk unutuyoruz? Gazeteci Mustafa Yürekli “Ergenekon’daki Sebataycı Profesörler” başlıklı yazısında eski YÖK Başkanlarından Kemal Gürüz’ün marifetlerinden söz etmektedir. Bu yazısında özetle Kemal Gürüz’ün İsrail’de stratejik araştırmaları ile tanınan, İsrail’in derin politikalarının belirlenmesinde önemli rol oynayan Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Enstitüsü’nün Mütevelli Heyeti Üyesi olduğunu ve Ergenekon’dan sorgulanan Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu ve Yalçın Küçük’ün üçünün asıl ortak noktalarının Sebataycı olmalarından söz eder. Ayrıca derin devletin dönme ve mason ağırlıklı yapısına vurgu yapar. (http://www.haber7.com/haber/20090109/Ergenekon8217daki-Sabetayci-profesorler.php)

Düşünün ki, ülkenin en saygın iki kurumunun (TÜBİTAK ve YÖK) başkanlığı yapmış kişi (Kemal Gürüz), bu ülkenin Cumhurbaşkanına, Başbakanına, hükümete, Milli Eğitim Bakanına kafa tutabiliyordu. Bu zatın hangi güçlere güvendiği 15 Temmuzdan sonra daha iyi anlaşılmış olmalı.

Merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu üniversiteler üzerindeki derin güçlerin eğitim dünyamız ve bilim üzerindeki oyunlarından sıklıkla söz ederdi de kimse kaale almazdı. Amerikalılar’ın Avrupalıların, İsrail’in büyüyen ve gelişen bir Türkiye görmek istemediklerine dikkat çeker ve bu amaçla eğitimi nasıl eğitemez hale getirdiklerini ve kullandıkları metotları anlatırdı. Neyse ki 15 Temmuz bir milat oldu, aslında ülkeyi kimin yönettiği ve yönlendirdiği konusunda halkta bir uyanış başladı.

Sayın Prof. Dr. Nejat Veziroğlu ve Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu gibi duyarlı insanlar Amerika’dan bu gidişatın arka yüzünü görüp, kitaplar ve makaleler yazıyor ve tehlikeli gidişe dikkat çekiyorlar. Acaba bizim üniversitelerimiz, bilim dünyamızın başında bulunan sayın rektörlerimiz bu konuda hangi proje faaliyetlerinde bulunuyorlar diye doğrusu merak içindeyim. Şahsen benim en büyük bir beklentim, Anayasa değişikliğinin arkasından hemen YÖK üniversiteler kanunun değiştirilmesi için çaba içine girilmesidir. Anayasa değişikliği ne kadar hayırlı olacaksa bir türlü yapamadığımız üniversite reformu da o kadar hayırlı bir başlangıç olacak ve bilimin ve araştırmanın önü açılacaktır.

Niçin Üniversite Reformu?

Nasıl uyutulduğumuz konusuna şöyle bir bakalım ve ibret almaya çalışalım. Bugün ülkede sanayi hangi tür araştırmalar yapmalıdır? Bu belli değil. Hangi tür araştırmalara yönlenmelidir? Üniversitelerimiz ne tür yatırımlar yapmalıdır? Hangi tür konularda doktoralı bilim adamları yetiştirmeliyiz? Nerelere yönlenmeliyiz? Ülkemizin ulusal kaynaklarını bilim ve teknoloji açısından nasıl değerlendirmeliyiz? Sanayiyi nasıl motive etmeliyiz?

Bakın üniversitelerde yüzlerce binlerce tezler araştırmalar yapılıyor ama bunlar genelde sinai, ekonomik ve kültürel hayatımız ve geleceğimizle alakalı değil. Düşününki 200 kadar üniversite ve on binlerce öğretim elemanı taşıyorsunuz ve onlardan istifade etmeyi bilmiyorsunuz. Bir ülkenin geleceği için bundan vahim daha ne olabilir? Bu tür konular basınımızın bile gündeminde yer almamasını nasıl yorumlamalıyız acaba? Kalkınmanın temelinde üretime dayalı eğitim ve buluş, yenilik, inovasyon bulunduğu halde TV kanallarımız bir mankenin hayatını önemsediği kadar bilimi ve araştırmayı neden önemsemiyor acaba? Medyamızın bu kadar bilim ve eğitim meselelerinin uzağında kalmasını nasıl yorumlamalıyız?

Eğer referandum geçerse, ülkenin önü olumlu adımlarda hep kesilmekten kurtulacak. Ülkemizin kaos ve terör içinde bırakılma devri son bulacak. Eğiten ve kazandırıcı bir eğitime sahip olmak için gerekli reformları yapmaya başlayacağız. Günümüzde belirleyici gücün buluşçuluk, yenilik ve icat olduğunu anlayacağız.

Bilim Üzerindeki Sömürü Düzeni Son Bulacak

16 Nisan referandumu sonucu, özlediğimiz bilimsel gerçeklere uygun eğitim anlayışı ile zihnen özgürlüğümüzü elimize geçireceğimiz günleri getirebilir. Çünkü ülkemizin diğer kurumları üzerinde olduğu kadar eğitim ve bilim dünyamız üzerinde etkili olduğu belli olan derin güçlerin etkisinin büyük oranda kaybedeceği gün olarak görmek gerekir referandum sonucunu.

Yeni Bir Milat

Sonuç olarak Referandum bir miladın başı olabilir. Çünkü bu referandum, Türkiye’nin gelişiminin önünü kesen kurumların yeniden yapılanması sağlayacaktır. Artık engeller kalkacağına göre, kapsamlı bir anayasa değişikliğinin önü açılmış olacaktır. Halka hizmeti yasaklayan YÖK yasası ve tuhaf seçim ve siyasî partiler yasasından tutun da tüm dayatmalara son verecek bir Anayasa değişikliği ile kurumlarımızın hukuki ve demokratik bir kimliğe kavuşacağı günler yaklaşmaktadır.

Eğitim Reformunun Önü Açılacak

Referandumun arkasından gerçek üniversite reformuna giden yollar da açılacak. Hükümet, 2003 yılından bu yana YÖK Kanunu’nu değiştirmek için birçok teşebbüste bulundu.. 2003 yılında ben de Milli Eğitim Bakanlığı’nın YÖK yasa taslağı oluşturma komisyonlarında görev almıştım. Aynı şekilde Eğitimciler Birliği Sendikası (EğitimBirSen) Genel Başkanlığı’nın oluşturduğu YÖK yasa taslağı hazırlama komisyonlarında da bulunmuştum ve tüm bu çalışmalarda üniversite reformunun hayata geçirilmesi için çabalara şahit oldum.. Ancak malum sebepler ve anayasa değişikliği yapılamaması YÖK yasa değişikliğinin önünü kapatmaktaydı.

Referandumdan sonra dikkatlerin, bir türlü yapılamayan üniversite reformuna çekileceğini ve üniversiteler kanunun gündeme geleceğini umuyorum. Böylesi bir reforma giden yolda var olan köklü sorunlar ve çözümlere de dikkat çekerek yazımızı noktalayalım.

Eğitimde aksayan yönler

Meselenin içinde olanlar bilir ki üniversitelerde bilim, eğitim ve araştırmaların kalite ve keyfiyetleri ile ilgilenilmemektedir. Daha çok şekli şeyler öne çıkmaktadır. Mesela on yıl boyunca doğru dürüst bir eser sunmayan, bir ürüne imza atmayan bir akademisyen rahatlıkla öğretim üyeliği mesleğini sürdürebilmektedir. Ciddi akademik başarı ve yayınları olmayan birisi, bölüm ya da anabilim dalı başkanı, dekan, hatta rektör bile olabiliyor. Üniversiteye adımını bir kere atan ciddi bir eser ortaya koymasa da profesörlüğe kadar gidebiliyor. Dahası, şimdiki idari yapılanma sayesinde bilimsel araştırma ve akademisyenlikle alakası olmayanlar da kolaylıkla üniversiteye adım atabilmektedir. Tabii ki yükselmeler de aynı şekilde sürmektedir.

YÖK sisteminin kolay doktora, kolay doçentlik, kolay ve sulandırılmış profesörlük kriterleri yüzünden bilimsel vasfa ve kapasiteye haiz olmayan insanlar kolaylıkla üniversitelerde görevlerini sürdürebilmektedir. İlginçtir ki doçentlik sözlü sınavında, bilimsel sahanın ileri konuları ve literatür araştırmaları gibi konular yer alması gerekirken lisans seviyesindeki konular öne çıkmaktadır ve bu sebeple doçentlik sınav sistemi dejenere olmuştur. Post doktora denilen doktora sonrası dönemde özgün çalışma yapmayanlar, hatta sahasının literatürüne hakim olmayanlar bile doçent olabilmektedir.

Köklü Çözümler için Köke İnilmeli

YÖK Başkanlığı’nın son günlerde üniversitelerde köklü değişimler için bir arayış içinde olduğu dikkat çekiyor. Ancak ne var ki problemlerin yansımaları ile problemlerin kökenindekiler ayırt edilemediğinden düzenlemeler genelde şekli dönüşümler şeklinde kalmaktadır. Halbuki YÖK, bilim adamları arasında belli bir sınıflandırmaya giderek çalışanla çalışmayanı ayırt eden sistemler kurmaya başlamalıdır.

Örneğin ilk safhada yapılacak işlemlerden birisi; profesör, doçent ve yardımcı doçent hatta doktora sınavı jürilerine seçilecek olan profesörlerde belli kriterler aranmasıdır. Bilimsel rüştünü ispatlamamış, bilimsel çalışmalardan uzak olanlara bu jürilerde görev verilmemelidir. Meslekte muayyen bir seviyeyi aşmış kişilerin görev alması esas olmalıdır.

Çalışan ile Çalışmayanı Ayırdeden Bir Yapı

Türkiye’de akademik unvanların veriliş kriterleri de vizyonsuzluğu, misyonsuzluğu ve birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik edici mahiyettedir. Unvan verilmesinde öğretim üyesinin bölümüne, kurumuna, yöresine ve tüm ülkeye verdiği hizmet göz ardı edilip münferit yayınlar esas alınmakta ve böylelikle öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğu pekiştirilmektedir. Ve maalesef modern dünyada bunun böyle olduğu zannedilmekte ve bu uygulama modernlik ve bilimsellik adına yapılmaktadır. Bu şekilde öğretim üyeleri, ülkenin problemlerine eğilip çözüm üretmek yerine kolayca yayın çıkarabilecekleri alanlara yönelmekte böylece üniversiteler endüstri ve sektörden kopmaktadır. Halbuki yayın çıkarmak bir üniversitenin misyonu olamaz, üniversiteler olsa olsa yapılan güzel işleri ve varılan güzel neticeleri başkalarıyla paylaşmaya aracı olabilir.

Araştırmayı ve bilimi değerlendiren; çalışkanı ve üretkeni mükafatlandıran bir yapı meydana getirdiğiniz takdirde, üniversitelerdeki araştırmalara elini sürmeyen insanlar bile gayrete gelecek; kendini yenileme ve yetiştirme  gayreti içine girecektir. Üniversite öğretim elemanlarına belli bir maaştan sonra araştırma projesi, makale, danışmanlık hizmetleri, yetiştirdiği elaman sayısı, yaptığı danışmanlık, verdiği konferans, yazdığı kitap ve verimlilik oranında ücret verilebilen bir yapılanma oluşturulmalıdır. Hâlihazırda sürdürülmeye çalışılan performans sisteminin dejenere edildiği ve bu amaca hizmet etmediği görülmelidir.

Artık, her öğretim üyesi her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikri çalışma yapmak zorunda bırakılmalıdır. Araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığı sorulmalıdır. Sanatçılar kabiliyetlerine göre mükafatlandırılmakta, sporcular da güzel oyunlarına göre değerlendirilmektedir. Bilim adamlarına verilecek değer de topluma hizmeti, ürettiği projeler ve sorunlara bulduğu çözümler ve yaptığı yenilikler ölçüsünde olmalıdır. Sadece bilimsel makale sayısı kriter ve esas olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde o zaman şimdi olduğu gibi iş yayıncılık oyununa dönüşmekte; ucuz yayın yapma yolları öne çıkmaktadır. Ülkemiz bu şekilde gelişmiş Batı ülkelerinin taşeronu konumuna düşürülmektedir. Bu yayınları değerlendiren ise ülkemiz değil Batı ülkeleri olmaktadır.

YÖK, çok önceki yıllarda profesörlüğe yükselmelerde bazı kıstaslar getirmişti. Kısa bir süre sonra profesörlüğe yükseltme yetkisini üniversitelere devretti. Profesörlük bugün zamanı geldiğinde (5 yılı tamamladıktan sonra) herkesin alabildiği bir unvan haline gelmiş ve artık adeta kişilerin özlük hakları hâline dönüşmüştür. Bilindiği gibi yükseköğretim sisteminde profesörlük en yüksek akademik unvandır. Bu unvanı elde edip kadroya ataması yapılanlar aynı üniversitede emekli oluncaya dek sürekli iş garantisine sahip hale geliyorlar. Profesörlüğün böylesine kolaylaştırılması ve ucuzlaştırılması sayesinde ülkemizde profesör sayısı, doçent sayısının kat kat üstüne çıkmıştır.

Üniversitelerimizde maalesef doğru işleyen bir performans değerlendirme ve ölçme sistemi ve bu sisteme bağlı olarak işleyen bir takdir ve ödüllendirme sistemi bulunmamaktadır. Bu yüzden de profesör kadrosuna atananlar zaman içerisinde bilimsel araştırmalardan giderek uzaklaşmaktadır.

İlginçtir ki doçentlik sözlü sınavında bilimsel sahanın ileri konuları ve literatür araştırmaları gibi konular yer alması gerekirken lisans seviyesindeki konular öne çıkmaktadır.

Onca yıl bilimsel çalışmalar yapıp profesörlük unvanını kazandıktan sonra verimlilikten uzaklaşan ve haftanın birkaç günü aynı dersin birinden çıkıp öbürüne koşan, dersliklere kapanmış ve dışarıdan kendisini izole etmiş bir profesörün kime yararı olacaktır?

Kendisi yaptığı işten ne kadar tatmin olacaktır?

Öğrencilerine şevk ve heyecan içinde ders anlatabilir mi böyle bir akademisyen? Ancak bir şeyleri araştıran kişide bilimin heyecanı olur; aynı şeyleri tekrarlayan kişide değil…

Aklın ve mantığın kolayca kabul edebileceği kriterleri ve topluma doğrudan faydalı faaliyetleri ölçü almak varken neden kolaycılık neticesini doğuran bir yerde duruyoruz?

Üretimin, bereketin, verimliliğin olduğu yola doğru ilerleyelim. Öğretim elemanının topluma ve öğrenciye faydalı yaptığı neler varsa değerlendirelim ve yükseltme kriterleri haline getirelim.

 

Prof. Dr. Osman Çakmak

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )