Şehirler kalabalıklaştıkça mahalleler çoğalır ve aralarındaki mesâfe artar. Bir yerden bir yere gitmek zorlaşır. Vâsıtalara binmek mecbûriyeti hâsıl olur. İnsanlara hizmet etmek için kurulan bir takım müesseseler bu ihtiyâcı karşılamaya çalışır. Otobüs, tramvay, metro, vapur ve benzeri araçlar, çok insanı bir defada istiâp ettiğinden, belli güzergâhlardan belli saatlerde geçtiğinden, en faydalı olacak şekilde bir plân dâiresinde çalıştırıldığından iktisâdî bakımdan da, çevre kirlenmesi bakımından da en uygun vâsıtalardır.
Medeniyetin günümüz insanlarına sağladığı faydaları düşününce, insanlığın altın çağında ve cennet hayâtı gibi bir güzellikte yaşadığı sanılır. Durumun böyle olmadığı hepimizin mâlumudur. Maalesef, teknik gelişmeler, yeterli ahlâkî destek bulamadığı için insanlara mutluluk yerine sıkıntılar getirmiştir. Her sabah yolları, durakları, vâsıtaları dolduran kalabalıklara bir dikkat edin; uzağa gitmeye hâcet yok, kendinize bir dikkat edin! Neler görüyorsunuz? Asık suratlı, beli bükülmüş, aklı başka yerde, baktığını görmez, konuştuğunu idrak etmez yaratıklar… Telaşla oraya buraya koşuşuyorlar. Zamana karşı yarışıyorlar. Maddenin ipi boğazlarına sarılmış, nefes alamıyorlar. Gökyüzünü, güneşi, bulutları, yağmuru, karı, toprağı, yeşili, suyu, çiçekleri, yaprakları, ağaçları, kuşları, böcekleri göremiyorlar. Hayâtı televizyon ekranlarından, gazete sütunlarından, telefon âhizelerinden öğreniyorlar. Dostlukları “e-mail”lerde, “internet”lerde arıyorlar. Gözbebeklerine bakarak sevgilerini ifâde edemiyorlar. Fotoğraflara, heykellere perestiş ediyorlar. Fıtrî mûsıkîyi duyamıyorlar. Bilmem kaç vatlık hoparlörlerden işittikleri mâdenî seslerle tatmîn oluyorlar.
Otobüslerde, vapurlarda, araçlarda kendilerine bir yer bulduklarında ayakta kalan güçsüzleri, yaşlıları, hastaları, çocuklu anneleri görmezden geliyorlar. Camdan, her gün geçip durdukları asfaltın kara yüzünü seyrediyormuş gibi yapıyorlar. Kirli denizin dalgalarını sayarak dalgalarını geçiyorlar. Kendilerine dikilmiş olan insan gözlerinden, o gözlerin arkasından kendi benzerini arayan rûhlardan rahatsız olmamak için gözlerini yumuyorlar. Veyâ ne kadar meşgul ve vakitlerinin kıymetini bildiklerini anlatmak istercesine, o bilge başlarını gazetelerine, dergilerine gömüyorlar. İşlerine gelmeyen her işte olduğu gibi, gözlerini kapayıp, gündüzü kendileri için gece yapmağa çalışıyorlar.
Bir kısım yazar-çizer tabîatlı olanlar da, ellerine geçen kalemlerle, çakılarla, çivilerle zihinlerindeki, hayâllerindeki harfleri, şekilleri, kelimeleri vâsıtaların orasına-burasına nakş ediyorlar. Sıraları, koltukları, duvarları süsleyerek vakitlerini öldürüyor; hâtıralarını yaşatıyorlar! Kendilerine tenkitkârâne bakan olursa; sivri bakışlarını, sivri çakılarını, sivri dilleriyle birleştirip tehditkârâne cevap hakkını kullanıyorlar…
Topluluğun içinde her hâdiseyi kendine dert edinerek, asrımızın frenkçe bir adla sunduğu, “stres” denilen illete yakalanmak istemiyorsanız, Siz Siz olun, bu gibi durumlarda dudak uçlarınızı aşağıya kıvırarak ve omuzlarınızı silkerek, aklınızdan “Adaaaam sende! Milletin bekçisi ben miyim?” özdeyişini geçirerek uzaklara, çoook uzaklara bakışınızı çevirin!
“Başını çevirsen de, aklını çevirmek öyle kolay mı?” diyeceksiniz. Haklısınız. Kurdun, gövdenin içine girdiğini fark ediyorsunuz. Cemiyetin bünyesinin buna dayanamayacağını düşünüyorsunuz. Bu kurtlu ve kuru direklerle milletin daha ne kadar ayakta kalabileceğini hesaplıyorsunuz. Bâzen ümitsiz oluyorsunuz. Kapağı eve atıp, ayakkabı ve ceketinizle birlikte dünyâyı bir köşeye bırakıp, kitaplarınızı açın! Risâle-i Nûr’lardan, önce nefsinize, kötülüğü emredenlerin temsilcisi olan nefsinize; sonra topluluğun şahs-ı mânevîsine, dertlerinin teşhisini ve kullanacakları ilaçların târifini okuyun!..