“O devre ait bütün vesikalar apaçık olarak gösterir ki İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasında milli istiklâl fikri kadar, dinin de büyük rolü olmuştur. Türk halkı bazı sathi aydınlara rağmen, bu gün de ŞEHADETLERİ DİNİN TEMELİ OLAN ezanın ebedi olarak inlemesini candan istemektedir. Şundan hiç şüphe etmemek lazımdır: Türkiye’de dini yıkan Türk milletini de yıkar. Dini anlayan ve yücelten, onu – Türk milletini ve devletini- ebediyete kadar yaşatır.”
Edebiyatın İçinden adlı eserindeki İstiklâl Marşı’nı tahlil eden makalesinde Rahmetlik Prof. Dr. Mehmet KAPLAN bu ifadeleri kullanırken, hem gönlündeki değerler silsilesini açığa vuruyor, hem de BAZI SATHİ AYDINLARA rağmen büyük bir gerçeğe parmak basıyor.
Edebiyat Fakültesi son sınıfa kadar Kaplan Hoca ile meslek ve imtihanlar için derslerini dinlemenin, edebi tahlil ve kıymetlendirmelerini okumanın dışında ünsiyetim yoktu. Okulu bitireceğim yıl, edebiyatımızda yer edinmiş, “kıymet-i harbiyesi” görülmüş herhangi bir romancıyı inceleme arzumu öğrenince, asistanı Dr. İnci Enginün ile, bana Tarık BUĞRA’nın romanlarını tahlil edip etmek istemediğimi sordurtmuştu. Kabul edince, muhterem KAPLAN Hoca ile iki sömestr sürecek bir çalışma zemini bulmuştum. Bu sayede hem onun, hem de onun BUĞRA üzerindeki aydınlatıcı etkisini kavrama imkânına kavuştum.
Edebi meselelerde Avrupa’yı mutlaka bilmemiz gerektiğini belirtmekle birlikte, edebiyatımızda asıl ve öz olarak kendi milletimizin, iç içe yaşadığımız halkın, memleketimizin, hatta yöremizin ele alınmasını, kendimi milletimize özgü hayatımız üzerinde düşünülmesi lüzumunu her zaman vurgulardı. Bu çeşit fikirlerini bazen ders verirken şifahi olarak, bazen de makalelerinde yazılı olarak dile getirirdi. Eğer – günün birinde- bir milli edebiyat görünecekse kültür dünyamızda, bunun yolunun halkımızın kendi motifleriyle süslenmiş kilimleri gibi hususi hayatını kavramak ve bunu edebi eserlerde nakış nakış işlemek olacağını ısrarla müdafaa ederdi.
Bitirme tezi çalışmamda ele aldığım ilk roman, Buğra’nın “Siyah Kehribar”ıydı. Söz konusu eserdeki olay 1940’ların İtalya’sında geçiyordu. Temel kişiliğin dışındaki bütün şahsiyetler İtalyan’dı. Eserde bulunan bütün yerler İtalya’ya aitti. Eseri “ tahlil metoduna göre” inceleyerek hazırladığım metni Kaplan Hoca’ya götürüp kitapların ve el yazma nüshaların üst üste yığıldığı Fakülte’deki odasında ona okuduğumda, yazısından başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bana bakmış ve:
“Yazında romanın eksik yanlarını hiç tenkit etmemişsin.” demişti. “Nuri, tıpkı bende olduğu gibi, romanı okuyunca sende de tuhaf bir yabancılık hissi doğmadı mı?”
“Evet efendim,” dedim; “ bunu duydum ama yazara hürmetimden dolayı yazımda belirtmedim.”
Gülümseyip karşılık verdi:
“Bu romanı Tarık’ın elinden alıp okuduğumda, eserde BİZE ait hiçbir desen bulamamış, milletçe hissettiğimiz ortak duygulara rastlayamamıştım. Bunu hem Tarık’ın kendisine, hem de kitabı tenkit eden bir makalemde de bütün edebiyat dünyasına izah etmiştim. Bence Türk edebiyatçılarının yapmaları gereken ilk davranış, en başta bizi ve çevremizi anlatmaktır; insanımızın yapısını, hayat tarzı ve telakkisini, memleketimizin şart ve zaruretlerini göz ardı etmemektir. Bu meseleler üzerinde düşünmeye alışmak, milli bir edebiyatın teşkili için zaruridir.”
Daha sonra Buğra’nın düzyazı eserlerini incelerken bir yazısında, KÜÇÜK AĞA romanındaki yerli atmosferin, Prof. Mehmet Kaplan’ın bu tenkidinin etkisi ile meydana geldiğinin itirafını bulmuştum. Öyle ki bu eleştiriden sonra tam üç yıl hiçbir romana başlayamamış Buğra. (Düşman Kazanmak Sanatı)
Kaplan Hoca roman ve hikâye türlerinde olayın, meydana geldiği şartlardan “mücerret” olarak işlenmesini devamlı tenkit eder, olayı devir ve hadiselerin temel dinamiklerinden kopuk olarak ele almanın bir yığın sakıncasından bahsederdi; bunları, o hadiseleri yaşayan kişilerin “ ferdi” duygu, karakter, mizaç, maddi ve manevi “ saikler”ini unutmadan anlatılmasını çok uygun bulurdu. Ona birkaç hikâye denememi gösterdiğimde, yine bir takım görüşlerini öğrenme fırsatına kavuşmuştum. “ Kölelik Duvarı Örülürken” başlıklı uzun hikâyemi bana okutunca (kendisi de bir yandan el yazması bir nüshayı Latin asıllı harf sistemine çeviriyordu) şunları söylediğini hep hatırlarım:
“Bu güzel yapıyı ve üslubu devam ettirmekle birlikte, uzun konuşmayı bırakıp, daha geniş mânalı kelimeler seçip, hikâye denemenin daha özlü olmasını ne çok isterdim. Çünkü o zaman bir talebemle iftihar etme bahtiyarlığına kavuşurdum. Hem bu okuduğun hikâyende biz yokuz, kendi halkımız yok; sen bundan böyle bizi anlatan hikâyeler yaz.”
Bir başka çalışma aralığında hangi yazarları okuduğumu sormuştu. Bunların içinde STENDHAL’ın olmamasına yerinerek:
“Kırmızı ve Siyah’ı da oku.” demişti; “ Stendhal’ın o şaheseri gibi bir romanımızın olmasını çok arzu ederdim. Bu arada bir yabancı lisan da öğrensen ne iyi olurdu.”
Roman ve hikâyede insan unsuru üzerinde önemle durur, hiçbir insanın kalıba dökülemeyeceğini savunurdu. Fakülte bitirme imtihanımız mülakat şeklindeydi. Bana verilen Osmanlıca şiirdeki “ama” kelimesine – şaşılacak biçimde – takılarak okuyup açıklamamdan sonra, çok daha ağır bir soru beklerken, “Hangi yabancı romancıyı daha çok seviyorsun?” sorusunu yöneltince çok şaşırmış ve “Tolstoy” demiştim. “Neden?” diye üsteleyince:
“Tolstoy anlattığı hadiselerle insan ruhunu çok iyi kaynaştırıyor.” demiştim; “ Eserlerinde, öbür realistler gibi okuyanı canından bezdiren külfetli tasvirler yerine insanın kişiliğini tahlil ediyor; ama sıkmadan, o günün tarihi hadiselerinden ve o toprağın şartlarından koparmadan anlatıyor.”
Bunları duyunca memnunca gülümsemiş ve:
“Bu iyi, ama sen yine de Stendhal’ı; Kırmızı ve Siyah’ı unutma” demişti.
Yetiştiği devrin tesiri ile bazı “tezat” görüşleri bulunsa bile, hocalığı süresince ve hayatı boyunca edebiyatımıza, edebiyat eğitimine büyük faydaları olduğundan edebiyat çevrelerinde “Hocaların Hocası” diye bilinen Mehmet KAPLAN Hoca’mız her zaman hatırlanması gereken bir sima.
O’nun gibi “yerli ve milli” , hem de “velud” , hazır gelişmeleri takip eden münekkitlerimizin, edebiyat-irfan dünyamızda tekrar görünmeleri ümit ve duasıyla…