Nurdan Haber

Kur’an’ın Müfessir-i Hakikisi Olan  Hadis”ler

Kur’an’ın Müfessir-i Hakikisi Olan  Hadis”ler
21 Aralık 2015 - 8:14

Kur’an-ı Hakim’in ve Kur’an’ın  müfessir-i hakikisi olan ( hakiki tefsircisi olan) hadisin bir kısım yüksek ve ulvi hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalplere yardım edecek basamaklar…” ( 14. Söz, shf:266) ifadeleriyle, Risale ile muhatap olan her şahıs hemen karşılaşmıştır zannederim. Çünkü hem bu fakirde, hem de yakından tanıdığım dost ve muhibblerimde hep bunu müşahede ettim.

Birinci mektuptaki “Risaleleri gazete gibi okumama” emri gönül dünyamızı ırgalamadığı, “tezelzül”e uğratmadığı, meselenin künhüne vakıf edici ikazlarla da –maalesef- karşılaşmadığı için, o muhatap Risaleyi başlı başına bir “tasnifat” bilip hakikata  “mücella” bir ayna olmaktan uzak mahfillere düşebilmektedir.

“ Ümmet-i İslamiye’nin ahkâm-ı diniyede – dinî hükümlerde- gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:

Erkân – İslam’ın ve imanın rükünleri- ve ahkâm-ı zaruriye ki, – yüzde doksandır- bizzat Kur’an’ın ve Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ( içtihaddan dolayı esastan ayrılmadan füruatta farklılıklar) ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkam-ı zaruriye arasında azim tefavüt ( fark) vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur.Acaba doksan elmas sütununu on altunun himayesine ( muhafazasına) vermek, mezcedip tabi kılmak caiz midir? ( akıllı işi midir?)

Cumhuru bürhandan ( mantıki delilden)  ziyade me’hazdaki (kaynaktaki)  kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidinin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’an’ı ( ve hakiki tefsircisi olan hadisi)  göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.” ( Asar-ı Bed’iyye, s.140)

Meselenin mütehassıslarınca malumdur: “ Semi’na ve  ate’na” diyerek “hırz-ı can” edeceğimiz itikadımızın  temeli dörttür.  “Ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve’l-l cemaat” itikadı için de bu dört kaynağı “ İttihad cehil ile olmaz.” Emr-i Üstadaneleri gereğince “tahkiki” olarak eğilmemiz lüzumludan da öte zarurettir.

Bunlar “ Kitâb” , sünnet, icmâ’-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ olmak üzere dörttür. 
Kitâb, yani Kur’ân. Sünnet, yani Resûl-i Ekrem (sav)’in işleri, sözleri ve halleri. İcmâ’-ı Ümmet, yani Sahâbe ve müctehidîn-i izâmın icmâ’ı, bir mevzuda İslami delillerden çıkardıkları bir hüküm üzerinde birleşmeleri´,  Kıyâs-ı Fukahâ, yanî müctehid ve İslâm ulemâsının kıyâsı, karşılaştırak bir fetvaya varmalarıdır.

“Dîn-i mübîn-i İslâm”’ın asıl kaynağı Kur’ân-ı Kerim elbet. Sonra Kur’ân’ın asıl müfessiri olan hadisler. Kur’an’ın ilk “müfessiri” yine kendisidir.  Kur’ân’ın âyetleri birbirini îzâh etmekte;  mücmel, kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok bir âyeti başka bir âyet veyâ âyetlerle  tafsîl etmek ve tefsîr etmektedir.

İkincisi: Resûl-i Ekrem (asm)’ın Sünnet’idir. Evet, zât-ı Risâlet (asm), risâleti itibariyle insânlara Kur’ân’ı açıklamış, âyetlerin sınırlarını belirlemiş, böylece muhtemel yanlış te’vîllerden (Bir fikir veya sözden bir başka mânâ çıkarmak; anlaşılması zor olan âyet ve hadîslerde ne kast edildiğini ve ince mânâları bildirme)  Kur’ân’ı muhâfaza etmiştir. Bunun için de hadîslerin kısımlarını, nâsih ve mensûhunu (  neshedilmiş olanı) , mücmel ve mufassalını, vürûd sebebini (Hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebini) ve târihini bilmek ve ona göre Kur’ân ve Nebevî hadisleri tefsîr ve îzâh etmek zarûreti vardır.

 Âyet-i kerîmeleri tefsîr etmek için nüzûl sebeblerini bilmek lâzım olduğu gibi, hadîs-i şerîflerin de açıklanması, îzâhı için vürûd sebebini ( O hadisin hangi hadise sonrası beyan edildiğini) bilmek lâzımdır. İmâm-ı Süyûtî der ki: Bir kısım mücmel âyetleri, mufassal âyetler ve Nebevî hadisleri tefsîr ettiği gibi; bir kısım mücmel hadîsleri de mufassal hadîsler îzâh etmiştir. Resûl-i Ekrem (asm)’ın bir görevi de tebyîndir, açıklayıcılıktır. Ya’nî, Kur’ân’ın mücmel âyetlerini îzâh ve beyân etmektir. ( 1.Nahl Sûresi’nin  44 . Ayet’i ifâde etmektedir:

Bu hadîsleri ezberleyerek koruyan ve insanların gönüllerine taşıyanlar ise sahâbe-i kirâm hazretleridir. Onlar bu hadîsleri kendilerinden sonraki asırlara sağlam bir senedle  ulaştırmışlar,  ümmetin muhakkìk âlimleri de bu emâneti onlardan almış ve yine sağlam bir senedle kitâplara kaydetmişlerdir.

Bu sebeple Kur’ân’ı, Kur’ân’la ve hadîslerle ve fukahâ ve müfessirlerin sahâbeden alarak bize ulaştırdığı esaslar ile tefsîr ve îzâh etmek lâzımdır. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır:
“Kim Kur’ân’ı kendi re’yiyle tefsîr ederse, kâfir olur. (Ya’nî, Kur’ân ve hadîsin mufassalına ve sahâbenin icmâı ve fakihlerin kıyasına dayanmadan, kendi hevâsına göre Kur’ân’a ma’nâ vermek küfürdür, dalâlettir.)”

Üstâd Bedîüzzamân (ra) da bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Evet, zamân geçtikçe Kur’ân-ı Hakîm’in daha ziyâde hakáikı inkişâf eder demektir. Yoksa –hâşâ ve kellâ– selef-i sâlihînin beyân ettikleri hakáik-i zâhirîyye-i Kur’âniyyeye ( Kur’an-ı Kerim’in en açık hakikatlarına)  şüphe getirmek değil. Çünkü, onlara îmân lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esâstırlar, temeldirler. وَهَذاَ لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ fermânıyla, ma’nâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitâb-ı İlâhî o ma’nâlar üzerine  döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensûs ( katileşmiş)  ma’nâları kabûl etmemekten –hâşâ sümme hâşâ– Cenâb-ı Hakk’ı tekzîb (yalanlama)  ve Hazret-i Risâletin fehmini (Kur’an’ı anlamasını)  tezyîf etmek çıkar.
“Demek, maânî-i mensûsa ( Nas haline gelmiş kati hükümler ) , müteselsilen menbâ-ı risâletten alınmıştır. Hattâ, İbn-i Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur’ân’ı( Kur’an mậnalarını), muan’an senetle müteselsilen menbâ-ı Risâlete îsâl etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsîrini yazmış.”

Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın dediği gibi âyetler ve hadîslere, hatta kendi telifatı risalelere, “Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makámda söylemiş ve ne için söylemiş?” sorularına  göre ma’nâ verilmelidir.( Muhakemat, İşaretü’l-İ’caz) . Bu zikredilen káideler, Kur’ân ve hadîs için geçerli olduğu gibi, bugün İslâm alimlerinin  eserlerini “anlayarak  “  okumak için de bir ölçüdür.

Üçüncü delîl olan İcmâ’-ı Ümmet’e gelince: 
“İcmâ’: Hazret-i Peygamber (asm)’ın vefâtından sonra herhangi bir asırda ümmet-i İslâmiyyenin bütün müctehidlerinin şer’ì bir hüküm üzerinde ittifâkıdır.” 

 

Demek “İcmâ’-ı Ümmet” ta’bîrinde geçen “ümmet” kelimesinden murâd; başta sahâbe olmak üzere müctehid ve müctehidlik mertebesine erişmiş olan yüce şahsiyetlerdir.

Bir mes’elede icmâ’ gerçekleştikten sonra, artık ondan sonraki asırlarda hiçbir Müslüman, ne kadar âlim olursa olsun ona muhâlefet etmez ve edemez.

Üstad Bedîüzzamân (ra) da bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrâsı, o umûm eimmenin ( hak ehli müçtehid imamlarının)  caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka husûsî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar  (dalalate atıyorlar) .” 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )