Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur ile gerçekleştirdiği inkılâp ve ıslahat, onun İlâhî bir tevfike mazhar olduğunu hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak açıklıkla göstermektedir. Bediüzzaman’ın kendisi de bunu açıkça ifade eder, hattâ bu zamanda “ulûm-u imaniyede fetva vazifesiyle tavzif edilmiş bulunduğunu” söyler (bkz. 29. Mektup, 6. Kısım, 5. Desise).
Bediüzzaman, bundan başka, eserlerinin birçok yerinde Risale-i Nur’un mesleğini “veraset-i Nübüvvet” olarak tarif eder. Yaygın olarak bilindiği gibi, hadis-i şerifte peygamberlerin ilim miras bıraktıkları bildirilmiş ve “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurulmuştur.[1] İmam-ı Rabbânî’nin tarifine göre ise, Peygamber vârisi olan âlimler, Peygamberden kalan hüküm ve kaideler ilmi ile sırlar ilminin hepsine birden vâris olanlardır; çünkü mirasın bir kısmından değil, hepsinden hissedar olana vâris denir.[2]Bediüzzaman’ın veraset-i Nübüvvet konusuna temas eden ifadeleri de, Risale-i Nur’un gerek tefekkür, gerekse hizmet metodlarında topyekûn bir tavzifin söz konusu olduğu ve tam bir teslimiyet istediği sonucunu ortaya çıkarmaktadır. “Nur’un birinci talebesi” Hulûsi Yahyagil’in, cemaate Risaleleri okurken kendisinde hasıl olan birtakım ulvî hissiyat ile ilgili sorusuna verdiği cevap bu konuda bir örnek teşkil edebilir:
Cemaate Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyat-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki:
Velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’an Said’in vekili, belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.
Bu ifadelerde tam bir teslimiyet tarifi vardır; bu da “ayinesi saf olan” kişilere mahsus bir hal olsa gerektir. Yani benlik namına birşey bulunmayacak, ene’ler sus-pus olacak, kişi bütün varlığıyla ve bütün kabiliyetleriyle tecellî kaynağına yönelecek, işte o zaman “velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin envârı” hükmedecek, gölgeler ve başka renkler bu nuru bulandırmayacak, sadece ve sadece Nur’lar konuşacak, bu suretle Said’ler, Hulûsi’ler, Sabri’ler, Zübeyir’ler, Hüsrev’ler, Hafız Ali’ler, Tahirî’ler, Sungur’lar arasında ceset farkından başka bir fark görülmeyecek, ortada sadece ve sadece “dellâl-ı Kur’ân Said’ler” kalacaktır. Risale-i Nur’un etrafında bu kadar büyük bir kahramanlar topluluğunun bir araya gelmesini de, bu topluluğun en menfi şartlarda en büyük zaferlere mazhar oluşunu da ancak onlarda hükmeden bu ruh birliğiyle açıklamak mümkün olur. “İhtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim işlerde çalıştırıyor” diyordu Bediüzzaman. Bu tavzif ve bu istihdam ise, ona lâyık bir teslimiyet istiyordu:
Aynen Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin teslimiyetini.
[Devam edecek]
[1] Buharî, İlim: 10; Ebû Dâvud, İlim: 1; Tirmizî, İlim: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 17.
[2] 1:268. Mektup.