Nurdanhaber-Haber Merkezi
19-20 Aralık hafta sonunda Zeytinburnu Belediyesi ve İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle, Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde “Sahn-ı Semân’dan Dârülfünûn’a Osmanlı’da İlim ve Fikir Dünyası-Âlimler Müesseseler ve Fikri Eserler” adlı bir sempozyum düzenlendi.
İlk günün ikinc i oturumunun üst başlığı tefsir-hadis idi. Prof. Raşit Küçük’ün başkanlık ettiği oturumda Doç. İbrahim Kutluay, Yrd. Doç. Mehmet Efendioğlu ve arş. gör. Hatice Kübra Kahya’yı dinledik.
Akademisyenliğin insan karakterini şekillendirdiği su götürmez. Bu gerçekle bağlantılı olarak söyleyebiliriz ki sözlerine besmele-hamdele-salvele üçlüsü olmadan başlamayan akademisyen bulmak da kolay iş değil. Alanı ‘hadis uzmanlığı’ olan nice ismin salavat şöyle dursun, küt diye tebliğiyle konuşmaya dalmasını görmek, farklılık ortaya koyulamamasını acıyla müşahede etmek hiç iyi olmuyor. İSAM Başkanı ve aynı zamanda Türkiye Âlimler Birliği Başkanı olan, hadis ilminin büyük hizmetkârı Raşit Küçük hoca efendinin sözlerine besmele-salveleyle başlaması, büyük-küçük herkese örnek ve ders niteliği taşıyor bu bakımdan.
Raşit hoca bu sempozyumun uzunca bir serüven hâline gelmesini temenni ettiğini söyledi önce. İslam tarihinin uzun bir devri olan Osmanlı döneminin gerek İslamî gerek riyazî ilimler açısından düşünce dünyamıza kattığı önemli eserler ve kişiler olduğunu, bunları da ne yazık ki bizim dahi henüz bilmediğimizi ve İslam dünyasında da bunun gitgide bir meçhuliyete gömüldüğünü belirtti: “Bunları araştırıp ortaya çıkarmak sorumluluğunu taşıyoruz. Türkiye’nin bu kadar çok üniversitesi, bu üniversitelerde bu kadar ilim dalı var ve bu alanda da gayret sarf edilmesi gerekiyor. Buna inanıyoruz ve zaten inanan arkadaşlar bunu konu edinmiş durumdalar.”
Osmanlı, kadim İslam medeniyetinin klasiklerini yorumlamak suretiyle medeniyet kurmuş bir toplum. Bunu önce bizim tanımamız, sonra da dışarıya tanıtmamız gerektiğini ifadeyle Abdülfettah Ebu Gudde’den de bir söz nakletti Raşit Küçük. “Bizim bir görevimiz var” dermiş o; “Arap eserlerini ortaya çıkarıp tanıtmak. Sizin ise iki göreviniz var; eserlerinizi ortaya çıkardıktan sonra bir de Arapça’ya tercüme etmek.”
Hanefî mezhebinde istibdal
Bu oturumun ilk konuşmacısı, “Hanefî Mezhebinde İstibdal” konusuyla Hatice Kübra Kahya’ydı.
Ebussuud Efendi henüz Rumeli Kazaskeri iken 951’de Kanunî Sultan Süleyman’a, kadıları izinsiz istibdalden men eden bir emr-i şerif çıkarması tavsiyesinde bulunmuş. Kanunî de bu tavsiyeye uymuş. Peki nedir istibdal? Vakıfnamede, vakfı kuran kişinin mütevellilere verdiği yetkiyle vakfın satılarak yerine bir başkasının satın alınmasına istibdal deniyor. Yani istibdal, bir vakıf arazisi ya da binasının başka bir şekle-yere dönüşmesi. Peki bu değiştirilemezlik konusu niye önemli?
Erken dönemlerden itibaren, vakıf ebedî bir kurum olarak formüle edilegelmiş. Dolayısıyla bir vakfın satılarak yerine başkasının ikame edilmesini öngören istibdal kurumu, vakfın karakterine aykırı görülüyor. Hatice hanım, emr-i sultanîde geç en “müsevvikat-ı şeriye” (istibdale sevk edici sebep) kavramının peşine düşüyor ve 16. asırda çıkan bu emrin 13 ve 16. asırlarda geçirdiği dönüşümü inceliyor. Irak-Maveraünnehir dönemindeki ilk sorunsal, vakıfnamede yer alan istibdal şartının aktif mi pasif mi olduğu: “Yani bağlayıcı mı değil mi bu şart? Bir başka problem, vakıfnamede şart yokken kadı’nın gerektiği durumlarda istibdale yetkili olup olmadığı. Maveraünnehir’deki büyük otorite Kadı Han, maslahat gördüğü takdirde kadı’nın bu konuda velayete sahip olduğunu söyleyip çözüm önerisinde bulunmuş.”
14. yüzyılda, Memlük devrinde Mısır’da başlayan yeni bir yapılaşma, genellikle vakıf arazilerinden oluşan bölge için bu konuyu gündeme ateşli bir şekilde yeniden getirmiş. Yapıların yenilenmesi için vakıf arazilerinde istibdal konusu tek çare gibi gözükünce bu hususta imal-i fikir edilmeye de başlanmış. Hatice hanımın tespitine göre istibdal konusunda Hanefî mezhebinde yazılmış ilk risale de (İbni Harirî) bu döneme ait.
Kahire’nin de kuruluşunu iç eren bu yeni yapılaşmalar esnasında Sultan Nasır, Mısır Kadı’l-Kudatı İbni Harirî’den bir istibdal isteğinde bulunuyor ancak İbni Harirî, gerekli şartların oluşmadığını söyleyerek isteği kabul etmiyor. Gazaba gelen sultan onu azlederek, istediği fetvayı verec ek birini, Serucî’yi getiriyor. İbni Harirî de yukarıda mezkûr risaleyi bu sebeple yazıyor ve Hanefî mezhebinin istibdal hususundaki duruşunun mahiyetini arz ediyor risalede. Cevap ise 14. asrın yine Mısır’ında, Seruc î’nin talebesinin oğlu ve Mısır Kadı’l- Kudatı Cemaleddin ibnü’t-Türkmanî’den geliyor ve İbni Harirî’ye Hanefî mezhebi doktrininin, vakıf atıl duruma geldiği takdirde istibdal edilmesine imkân veren veriler sunduğunu iddia ediyor.
Bu dönemde Şam’da yine kadı’l-kudat düzeyinde istibdal tartışmaları yürütülmüş. Malikî bir kadı, bir Hanbelî’yi naip tayin etmek suretiyle vekâlet vererek (zira Hanbelîler bu hususta daha esnek imişler) bir istibdal hükmü vermesini istiyor. Hanbelî kadı bunu yaptığında dönemin Hanbelî Kadı’l-Kudatı Merdavî pek sinirleniyor ve saltanat naibine giderek hükmün mezhep bağlamında asılsızlığını dile getiriyor. Bir de bunu değerlendirmek üzere mec lis tertip edilmesini talep ediyor ve Hanbelî kadı’nın verdiği hüküm o mecliste nakzediliyor.
15. yüzyılda yine Hanefî bağlamında Kariü’l-Hidaye, İbnü’l-Hümam ve talebesi İbni Kutluboğa sürdürmüşler tartışmayı: “Kariü’l-Hidaye, bedeli daha iyi durumdaysa istibdal edilebilir diyor ve harabiyet şartı aramıyor vakıfta. Talebesi İbnü’l-Hümam bunu kabul etmiyor. İbni Kutluboğa ise risalesinde bir vakıf köyün istibdali problemini inc eliyor ve nihayetinde şunu söylüyor: Bir vakfın istibdal edilebilmesi iç in sevk edic i sebep onun gelir getiremez hâle düşmesidir.” Kahya, o tarihlerde yaşayan Mısırlı âlim Kâfiyecî’nin de bu görüşte olduğunu ekledi sözlerine. Hatta şu da var ki Kâfiyec î, bu hususta kaleme aldığı risalede istibdal konusunu bir ilim olarak tanımlamış. Bu da bu alandaki tartışmaların derinliği ve boyutunu gösteriyor bize, dedi Hatic e Kübra Kahya.
Bir asır kadar sonra, Kahire Hanefî Baş Kadısı İbnü’ş-Şihne, Memlük Sultanı Gavrî’yle birlikte usulsüz istibdal uygulamalarına girişmiş. Kahya, menkıbe seviyesinde bir bilgi olmakla birlikte, o dönem Yavuz Sultan Selim’in vezirini hac bahanesiyle Mısır’a yolladığını ve İbnü’ş-Şihne’ye “bir konut yaptırmak istediği ve planladığı şekle en uygun arazinin de Ezher’in bulunduğu yer olduğunu” söylettiğini aktardı. İbnü’ş-Şihne de “vakıfnamesinin mevc ut olmayıp Beytülmal arac ılığıyla alınabilec eğini” söyleyinc e Sultan Selim’in Mısır seferi iç in şerî sebeplerden biri daha ortaya ç ıkmış.
Bu tabii ki, diyor Hatic e Kübra Kahya, “istibdal konusunun bir algı operasyonuna ne derec e müsait olduğunu da göstermeye yetiyor.”
16. yüzyılda sahn-ı semân medreselerinde hadis ilminin yeri
Oturumun konuşmac ılarından İbrahim Kutluay hoc anın konusu “16. Yüzyılda Sahn-ı Semân Medreselerinde Hadis İlminin Yeri” idi. Hoc anın sunumunun genel olarak dârülhadis kurumunu inc elediğini söylemek mümkün; bu müessesenin ilmî seviyelerinin ne olduğu, takip ettikleri müfredat ve söz konusu asırda bu kurumların ç oğalmasının sebebi de hoc anın c evap aradığı sorulardı.
Dârülhadis, hadis okutulan yer demek. Dârüssünne, dârüssünneti’l-Muhammediyye de deniyor buralara. Kuruluş amaç ları vakfiyelerinde, “rivayet ve dirayet kuralları ç erç evesinde hadis okumak ve nakletmek” şeklinde belirtilmiş. Sultanlar, valide sultanlar, vezirler, paşalar ve ağalar Osmanlı’da birç ok dârülhadis inşa ve finanse etmişler. İlk dârülhadis de Çandarlı Halil Paşa’nın İznik’te yaptırdığı ve 9 yılda tamamlanan olmuş. II. Murat’ın Edirne’de yaptırdığı ise en üst derec eden maaş vermesiyle bilinmiş; hatta Fatih Sultan Mehmet, babasına hürmeten, tebaasındaki hiç bir müderrise bu dârülhadisteki müderris maaşından fazla ödeme yapmamış. Kanunî devrinde büyük inşaatlarla süren dârülhadis geleneği, ondan sonra da devam etmiş.
Bütün dârülhadisler de statü bakımından aynı değil, “medrese ve müderrisin rütbesinin dârülhadisi yaptıranın sosyal konumuna göre.” Mesela Süleymaniye başkentte yer aldığı ve sultanın himayesi altında olduğu iç in buraya tayin edilenler de kadılık ve kazaskerlik yapmış ulema ve bürokratlarmış. Burada görev yapanlar da sonra kadıasker ve şeyhülislam olarak görevlendirilmişler.
Hadisin yanında tefsir, fıkıh gibi diğer İslamî ilimler de okutuluyormuş bu müesseselerde. Özellikleri, diğer medreselerden daha fazla hadise ağırlık vermeleri; yoksa yalnızc a hadis ilmi yok müfredatta. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, okutulan derslerin ana dallarını “tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh, kelam ve Arapç a” olarak saymış. Müfredatın genişliğinin yanı sıra buralar ‘dârülhadis’ olmaları aç ısından hadisi daha yoğun biç imde öğretiyorlar: “Hüseyin Hüsameddin, Osmanlı dârülhadislerinde hadise müteallik rivayet, dirayet, isnat, terac im-i ahval, tenkid-i akval-i rivayete dair mevzular okutuluyordu, diyerek ayrıntılı bilgi vermiş.”
Sözgelimi, Taşköprülüzade’nin talebeliğinde okuduğu kitaplar, bir talebeye okutulan kitaplar olması bakımından da oldukç a düşündürüc üdür: Begavî’nin Mesâbihu’s-Sünne’si, Sağanî’nin Meşârık’ı, Buharî’nin Camiu’s-Sahih’i, Kadı Iyaz’ın eş-Şifa’sı. Bir müderrisin ne okuttuğu sorusunun izini de yine Taşköprülüzade üzerinden izlemek mümkün: İstanbul Hac ı Hasanzade Medresesi’nde Begavî’nin Mesabihu’s-Sünne’si, aynı eserin İstanbul Kalenderhane Medresesi’nde sadec e kitabu’l-büyu kısmına kadar, Üsküp İshakiye Medresesi’nde Mesabih’in yanı sıra Meşarık’ın tamamını, Edirne Üç Şerefeli Medrese’de el-Camiu’s-Sahih’in bir c ildini, II. Beyazıd Medresesi’nde aynı eserin bir kısmını.
İbrahim hoc anın belirttiğine göre okutulac ak kitaplar konusunda müderrisin eli genellikle serbest bırakılırmış, bu konuda kararı müderris vermekle birlikte, oluşan bir gelenek var. Müderris aynı derec edeki medresede farklı bir eseri okutabilir.
Dinî ilimlerde böyle teç hiz edilen talebeyi beşerî bilimler ve fende iki ana daldan birç ok başlık karşılıyor: Âlet ilimlerinden mantık, belagat, lügat, nahiv, meani ve bedii; beşerî bilimlerden ilm-i hikmet, tarih, c oğrafya ve felsefe ile fen bilimlerinde de hendese, hesap, heyet ve tıp.
Süleymaniye dârülhadisinde İbni Hacer el-Askalanî, Kastallanî, Kirmanî, Zehebî, Münavî, Suyutî, Münzirî, Tahavî, Hatib et-Tebrizî gibi âlimlerin eserlerinden başka, Sahih-i Müslim şarihlerinden Nevevî dahi okutulurmuş. Bu isimler bugünkü standartlarda düşünürsek epey bir büyüteç le okunabilec ek hac imde metinler iç eriyor doğrusu. Bunlara şerh türü kitaplardan İbnü’l-Esir’in Camiu’l-Usul’ü ve İbni Melek’in Mebariku’l- Ezhar’ını, Nevevî’nin de Kitabu’l-Erbain’ini ekliyoruz. Usul-i hadisten sayılac ak isimler de bitmiş değil: İbnü’s- Salah’ın el-Mukaddime’si, Irakî’nin Elfiye’si, İbni Hacer’in de Nuhbe’si sayılıyor.
16. yüzyıl Osmanlı yönetiminde sahabe ve ehl-i beyt hassasiyeti
İkinc i oturumun üç ünc ü konuşmac ısı olan Mehmet Efendioğlu’nun konusu “16. Yüzyıl Osmanlı Yönetiminde Sahabe ve Ehl-i Beyt Hassasiyeti”ydi. Mehmet hoc a, zamanın siyasî ortamını da yakından ilgilendiren Şii-Sünni ç atışmasının boyutları ve sonuç ları bakımından değerlendirdi mevzuyu.
Esasen, Osmanlı’nın başlarından itibaren ilmî bir mesele olarak ehl-i beyt mevzusu ele alınagelmiş, bu konular “vatandaşa da ihtiyaç kadar anlatılmış.” Fakat siyasî bir mesele olarak devletin buna katılımı 16. asrın başından itibaren oluyor: “Bunun temelinde, doğuda kurulan Şii-Safevi devletinin ehl-i beyt taraftarlığıyla sahabe karşıtlığını yönetim anlayışı olarak benimsemesi ve Osmanlı topraklarına bunu ihraç ile devleti ele geç irmeye ç alışması var.”
Başlangıç ta Sünni bir tarikat olan Safeviye’nin sonraları Şiileşmesi ve 1499’da Şah İsmail’in tarikatın pirliğine geç mesi, 1501’de de iktidara gelişiyle bu dönemde tamamen siyasîleşmesi, aktör olarak ortaya ç ıkışını başlatıyor Safevi devletinin. Şah İsmail’in dedelerinin de zamanında Anadolu’daki Rafizî Türkmenler üzerindeki etkisi böylec e c anlanıyor. Bununla birlikte, Şah İsmail’in Şia fıkhını derinlemesine bilen biri olmadığı dipnotunu düşüyor Mehmet hoc a: “Anc ak başa gelir gelmez Şiiliği devletin resmî mezhebi ilan etmiştir yine de.”
“Hemen sonra da ic raatlarına başlamıştır. Tebriz’in merkez c amiinde Şia esasına göre hutbe okutulmuş, ‘eşhedü en lâ Aliyyün veliyyullah’ ibaresiyle ezan okuyac ak bir müezzin ve Hz. Ömer ve Hz. Aişe aleyhinde ifadeler kullanan bir imam tayin edilmiş, Hz. Ömer’in şehadet günü bayram ve Hz. Hüseyin’in şehadeti matem ilan olunmuştur.”
Şii fıkhını iyi bilen biri olmayan Şah İsmail, devleti yönetec eği esaslar konusunda bir âlimi dizi dibinde tutmuş hep: Nureddin Ali el-Kerekî. Bu zatın, Şah İsmail’in ic raatlarının arkasındaki isim olduğunu söylüyor Mehmet Efendioğlu. Sunumuna hazırlanırken 16. yüzyıl Osmanlı-Safevî ilişkilerini irdeleyen eserleri tetkik ettiğini anc ak bunlarda el-Kerekî’den, şaşırtıc ı biç imde, bahsedilmediğini ekliyor Efendioğlu.
Olayların üzerine fazla gitmeyen ve mütevazı bir karakteri olan II. Beyazıd zamanında Anadolu’da yayılan Safevî etkisine karşı pek bir reaksiyon gösterilmemiş. Büyüyen problem, Yavuz Sultan Selim zamanında neşterle karşılaşmış ve tahta geç er geç mez ele aldığı ilk husus da bu olmuş Sultan’ın. Devletin ileri gelen din adamlarını, halka ehl-i beyt ve sahabe başlıklarını iç eren bilgilendirmeleri sahih olarak yapmaları yönünde de görevlendirmiş: “Devrin ulemasının bu hususta ele aldıkları fetva ve risalelerin ç okluğu, meselenin önemi ve c iddiyeti hakkında fikir veriyor. Genel konular sahabenin fazileti, sahabeye hakaretin durumu etrafında şekilleniyor.”
Nihayetinde bu güruhla “savaşmanın farz olduğu”na dair fetvayı üst kademedeki ulemadan alınc a Yavuz evvela Eyüp Sultan’a uğruyor, sonra da sefer iç in Anadolu’ya yola düşüyor. Bu esnada Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasında geç en mektuplaşmalarda Sultan Selim, sahabe-i kiramdan söz etmeyi unutmuyor, Tebriz’in fethinden sonra ilk hutbede hulefa-i raşidin bilhassa zikrediliyor.
Hatta sahabe üzerine titreme, söylemler bağlamında bir karşı hassasiyet olarak bu dönemde o kadar yerleşiyor ki, Mehmet Efendioğlu, Kanunî’nin Fransuva’ya yazdığı mektupta dahi hulefa-i raşidini zikrettiğini ifade ediyor.
Dünyabizim/Sadullah Yıldız