Nurdan Haber

Akıncı Musa’ya Mektub

Akıncı Musa’ya Mektub
14 Temmuz 2017 - 9:00

– BAŞIBOŞ’çulara, Sorosçulara, İdeal Yalancılarına, Mânâ Talancılarına, Madde Hırsızlarına, Makam Hırslılarına, Kulis Arsızlarına, Fikirsiz Aydınlara, Zikirsiz Mekânlara, Usulsüz Hocalara, Gusülsüz Sanatçılara, Eyyamcılara, Kuyrukçulara, İşbirlikçilere, ezcümle Sahte Kahramanlara inat, son Osmanlı Akıncılarından Zenci Musa’ya en derin hürmet ve hasretle –

İttihad-ı İslâm davasının cevval neferi, Osmanlı’nın vefakâr evladı, Sudanlı Mücahid Zenci Musa!..

Birbirimizden farklı coğrafî koordinatlarda doğmuş, birbirimizden farklı takvim dilimlerinde yaşamış olsak da, bir ulu çınarın kemiyet hesabında binleri aşan her dalı nasıl ki özü itibarıyla tek köke bağlıysa, zaman ve mekân üstü aynı vahide bağlı olma şuuru ve her adedin yekûnunun ‘Mutlak Bir’e vardığı bir keyfiyet idrakiyle seni selamlarım. Allah’ın rahmeti üzerine olsun!..

Bu mektubu sana yazdığım şu ân, milâdî tarih 2009u gösteriyor. Birkaç yıl önce, tarihin derinliklerine gömülmüş -lâkin bir gün mutlaka şüheda toprağı Anadolu’dan fışkıracak olan- hayatını, mücadeleni, azmini, ahlâkını, kısacası aksiyonunu öğrendiğimde içime koskoca bir kor düşmüştü.

Sudanlı bir babanın oğlu olarak, o yıllarda Osmanlı toprağı olan Girit’te doğuyorsun. Henüz daha çocuk yaşlarda, Kahire’de yaşayan ve tam bir Osmanlı hayranı olan deden seni yanına alıyor. Dedenin muradı, sana hem İslâm’ı iyice öğretmek, hem de Osmanlı kültürünü, ahlâkını, terbiyesini tanımanı sağlamak. Bundan dolayı Türk mahallesinde büyüyor ve burada iyi derecede de Türkçe öğreniyorsun.

1911 yılına gelindiğinde Osmanlı’nın Kuzey Afrika ve Akdeniz’deki en önemli vilâyeti olan Trablusgarb, İtalyanlar tarafından işgal ediliyor. Osmanlı Devleti, bir taraftan Balkanlar ve Yemen’de çıkan isyanlarla boğuşurken diğer taraftan da kendi içinde Meşrutiyet’in kargaşasını yaşamakta. Osmanlı’nın düşmanlarıyla kafa kafaya çarpışacak bir deniz gücü olmadığı gibi yaşlı paşalarının her işi diplomasiyle halletmeye çalışması gibi bir bezginliği de mevcut. Diplomasiyle çözüm bulunamayan durumlarda ise maalesef “ver kurtul” anlayışı hâkim.

İşte böyle bir ortamda Teşkilât-ı Mahsusa’nın “gönüllü” subayları devreye giriyor. Niyetleri başta Sünusîler olmak üzere bölgedeki yerel güçleri örgütlemek ve direnişi başlatmak. 1 Ekim 1911 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilen Trablusgarb’a 15 Ekim’den itibaren gazeteci, tüccar, din adamı gibi çeşitli kılıklarda onlarca Osmanlı subayı intikal ediyor. Bölgeyi çok iyi tanıyan ve Arapçanın tüm lehçelerini ana dili gibi konuşan Kuşçubaşı Eşref Bey, Mısır ve Cezayir üzerinden gidişleri ayarlıyor.

Öğrenebildiğim kadarıyla Mücahid Musa, senin destanın da tam bu noktada başlıyor. Yanı başındaki cihada kayıtsız kalamayan sen, Kahire’den hemen Trablusgarb’a geçiyor ve İtalyanlara karşı direniş için Sünusîlere katılıyorsun. 19. asırda Kuzey Afrika’da ortaya çıkan Sünusîler (Sünusî tarikatı) ki kâfirle cihadtan kaçmayarak, içinde barındırdığı dinamizmle sömürgeci güçlere karşı Afrikalı Müslümanların direncini daima diri tutmuş; tasavvufu aslî güzelliğine kavuşturmayı, onu miskinler ocağı olmaktan çıkarıp, hayatın her yönünü kucaklayan bir hizmet kurumuna dönüştürmeyi gaye edinmişlerdi. Başlangıçta Şeyh Ahmed Şerif’in liderliğinde cihad eden Sünusîler, daha sonra Trablusgarb çöllerini İtalyanlara mezar edecek olan “Çöl Aslanı” lakaplı Ömer Muhtar’la kıyama devam ediyor. Zaten “Sofi vaktin oğludur” değil mi Musa? Tıpkı senin gibi İçinde bulunduğu zamanın lüzum ve icablarını iyi muhafaza eden, ihtiyaca göre yapacağı ve mesul olacağı iş istikametinde hareket eden adamdır.

Sünusî Mücahidlerinin arasında iki metrenin üzerindeki boyun, koca cüssen ile Teşkilât-ı Mahsusa subaylarının hemen dikkatini çekiyorsun. Ama asıl önemlisi, “vur-kaç” şeklinde yürütülen gerilla harbinde gösterdiğin gözükaralık. Hele o Türkçe konuşman yok mu, Kuşçubaşı Eşref’i hayran bırakıyor. Mert adamı tanımakta ehil olan Kuşçubaşı ile de o ândan itibaren artık yek yürek oluyorsunuz. Sen onu baba gibi görüyorsun, o da seni bir evladı gibi. Kuşçubaşı neredeyse, artık Zenci Musa da oradadır. Ve böylece cebheden cebheye seferiniz başlıyor. Şimdilerde millet kapı komşusunun müşkülünü gidermezken, siz o mukaddes idealiniz için, Osmanlı’nın her karış toprağında canınızı ortaya koyuyorsunuz; Trablusgarb’tan Balkanlara, Yemenden Kudüs’e…

Balkan Harbi patlıyor, siz hemen oradasınız!.. Birinci Cihan Harbi patlıyor, siz bu defa da -kahvesinden değil türküsünden bildiğimiz- “gidenin dönmediği” Yemen’de!.. Cebheden cebheye kelle koltukta bir ömür geçiriyorsunuz. Hele şu Hayber’deki destanınız yok mu!.. İnsanın kanını donduruyor!.. 43 “gönüllü”nün, 2500 Bedevî-İngiliz kuvvetiyle göğüs göğse vuruşması… Kuşçubaşı’nın esir düşme pahasına bir gün – bir gece boyunca onlarla mücadelesi ve senin bu oyalamadan vakit kazanarak bir yolunu bulup 300 bin altunu Yemen’deki 7. Ordu Kumandanı Ahmed Tevfik Paşa’ya teslim edişin. Hatta bunun 12 Ocak 1917 tarihli London Times gazetesinde ana manşetten verilmesi…

Şimdi bunları pek anlatmazlar Musa, malum ılıman bir İslâm havası esiyor; cihad ruhu olmayan, olmamasına da “strateji” denilen klima havası gibi bir Müslümanlık. Birileri yakından, birileri uzaktan, birileri meydandan, birileri de medyadan üflüyor bu havayı… Vaktiyle Peyami Safa demiş ya hani; “Kenefi kokmayan bir gazete gördüğüm zaman bizde matbuat bulunduğuna inanacağım.” diye. Evet şimdi, fiyakalı medya plazalarının hiçbirinde kenefler kokmuyor lâkin bazılarının ağızları kubur farelerine denk düşüyor.

“Söz istidadlı içindir, çorak yere tohum saçılmaz!” Kaldı ki saçsak da zaten herhangi bir karşılık bulmuyor. Peşinen teslim olmanın “strateji”, otoriteye baş eğmenin “diyalog” olduğu bir coğrafyada mevzu konuşmak şöyle dursun, neyin mevzu edileceği bile güme gidiyor.

Sizin çarpıştığınız Hayber mevkiinde, sizden yaklaşık 1300 yıl önce Allah Resûlü de cihad etti; öncesinde de Sahabeden biat istedi; “Son nefeslerine ve son damla kanlarına kadar çarpışmadan ayrılmayacaklarına ahdettiler!” İmdi, Yahudilerin yaşadığı fitne yuvası Hayber’in kapısına dayanan ve “Haydar-ı Kerrar” lakabını buradan alan Hazret-i Ali, Allah Resûlü’nden başka kimden emir aldı?!.. 1099 yılında Kudüs’e girdiklerinde 70 bin Müslümanı katleden Haçlılardan, 1187’de  Kudüs’ü geri alan Şark’ın efsane kumandanı Selahaddin-i Eyyubî ılımlı İslâmcı mıydı?!.. Ya Sultan Fatih İstanbul’u nasıl fethetti?!.. Eğer bir stratejiden bahsedeceksek, Fatih’in stratejisinden bahsedelim. Zincirlerle kapatılan Haliç’e karadan gemileri indirme dehasından bahsedelim. Yahut bizzat balistik hesaplarını kendisinin yaptığı -Konstantinopolis surlarını yıkacak çapta- topları Macar usta Urban’a döktürtmesinden bahsedelim. Strateji budur, öyle kuyruğunu arkasına kıstırıp, başı önünde kaçmak ne zamandan beri strateji sayılır oldu?!.. Strateji, -tüm keyfiyeti ve kemiyetiyle- Bedir’deki gibi huruç geriyorsa huruç, Hendek’teki gibi de savunma gerekiyorsa savunmadır; lâkin asla meydan yerini terk etmek değildir. Bunu elbet sadece fiziki hâl için söylemiyorum, bunun mânâ iklimini duymak lâzım. Cebrail’in Resûlullah’a “Sen kılıcını asıyorsun ama melekler silah elde seni bekliyor. Hemen Kurayza üzerine yürü!” nidasına -sahici- iman etmek lâzım.

Bu meseleyi sadece, Sabetaycısından eyyamcısına ve bilmem necisine kadar Boğaz kıyılarını dolduranlar anlamasalar pek de dert etmeyeceğim, fakat bugün tek dertleri boğazlarını doldurmak olan sözde Müslümanlar da anlayamıyor. Hâsılı yaralarımızdan biri de budur Mücahid Musa! Aksiyonun “fiilî dua” olduğunu anlamayana hangi pencereden konuşacağımızı şaşırmamız. Ve unuttuğumuz bir mir ölçü: “Müslümanlıkta küfür, dünya ile ahiret, birbirinin zıddı ve aksi davasıdır. İslâm’ın izzet ve yüksekliği de, küfrün hor ve alçak tutulmasındandır. Küfür ehlini aziz tutmak, yalnız, ona saygı gösterip en yüksek dereceyi vermek değildir. Onunla düşüp kalkmak, gönül ve dil birliği etmek de, düşmanı aziz tutmaya alâmettir…”

Ey Mücahid Musa! Bazılarının ise tüm sermayesi şu tepetaklak mantık hokkabazlığı: “Peygamber cenkten dönerken Sahabeye demiştir ki ‘Büyük cihad nefs iledir.’ Öyleyse sadece ne yapmak lâzım; nefsimizle mücadele edeceğiz.” Evet, aynen böyle diyorlar Musa ve işin içinden hemen sıvışıyorlar. Tabiî ki “Büyük cihad nefsledir!” Buna amenna demişiz, iman etmişiz. Yalnız şu gözden kaçmasın; Hazret-i Peygamber o sözü cenkten dönerken söyledi, sırça saraydaki altun koltuğunda otururken değil. Kaldı ki Allah Resûlü şunu da söylemiştir: “Bir münkerin yayıldığını gören onu eliyle düzeltsin, eğer iktidarı yoksa diliyle düzeltsin, buna da iktidarı yoksa kalbiyle reddetsin… Fakat bu üçüncüsü imanda en zayıf olanıdır.” Resûl ölçüsüyle, imanda en zayıf olanların, ‘büyük cihad’da en büyük olma iddiaları, ayrı bir tuhaflık gibi görünüyor. Şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim Musa, kimsenin kimseden bir beklentisi yok, haysiyetli davranılsın ve sadece gölge edilmesin yeter; “Ayrılık çıkaran bizden değildir” düsturu hatırlansın ve yürüyenler sahtekârca durdurulmasın. Sahi sen bugün aramızda olsan sana neler derlerdi: “Otur yerinde Musa, ne işin var Mısır’dan Trablusgarb’a, Balkanlar’dan Yemen’e gidecek… Sana mı kaldı İstanbul’a gidip Osmanlı’yı kurtarmak…”

Mektubumun başında belirtmiştim ya Musa, senin hayatını öğrendiğimde içime koskoca bir kor düştü diye. Hele şu 300 bin altunu Tevfik Paşa’ya teslim edişinden sonra yaptıkların…

Birinci Cihan Harbi sona ermiş, Mondros Mütarekesi’nin kabulünden birkaç gün sonra İtilâf Devletleri Osmanlı topraklarını işgale başlamış, ömrünün son iki yüz senesini sakat, son yüz senesini de hasta geçiren altı yüz senelik ulu çınar, payitahtında acılar içinde can veriyordu. Rumlar ile Yunanlılar, Arapların bir kısmı ile Yahudiler, Ruslar ile Ermeniler, İngilizler ile Yunanlılar arasında ittifaklar kurulmuş, Osmanlı topraklarının içten ve dıştan paylaşım hesapları yapılmıştı. İçerde Amerikan mandası isteyenlerden tut da, İngiliz sömürgesi olmak isteyenlere kadar kimler kimler vardı. Sen böyle bir ortamda, Mısır’a geri dönmek yahut Sudan’a göçmek tercihleri arasında, çıkıp İstanbul’a geliyorsun; olur da bir direniş başlar, istiklâl harbi verilir, geri kalmayayım düşüncesiyle… Bu tavır işte Musa, şimdi bizlerin anlayamadığı işte bu tavırdır, bu akıncı ruhudur. Sen zor şartlar altında İstanbul’da vakit geçirirken bir gün Bayezıd Camii’nde Ali Said Paşa’ya rastlıyorsun. Paşa, senin zor durumda olduğunu hemen anlıyor ve sana “Musa, emeklilik için bir dilekçe ver. Ben de tasdik edeyim, sana emekli maaşı bağlasınlar.” diyor. Sen ise Ali Said Paşa’ya adamlık-haysiyet timsali şu cevabı veriyorsun: “Paşam, ben bu fakir milletten emekli maaşı alamam.

Sadece şu kadarını söyleyeyim Musa, senin basit bir emekli maaşını almadığın bu -fakir- milletin, senden sonra, senin alacağın miktardan milyarlarca katı buharlaştı… Kimi banka boşalttı yurtdışına kaçtı, kimi ihalelerden vurdu, kimi özelleştirmeden götürdü, kimileri de arkadan teşvikle Türkiye devi oldu… O oldu, bu oldu ama neticede her şey, o senin parasını almak istemediğin bu fakir milletin parasını punduna getirip oldu.

Senden böyle bir cevab alınca Ali Said Paşa, İstanbul hamallar kâhyası Ferit Bey’e gider ve seni yanında birkaç gün sonra getireceğini ve sana bir iş teklif etmesini rica eder. Aradan birkaç gün geçer ve Paşa seni -senin hiçbir şeyden haberin olmadan- Karaköy gümrüğüne götürür. Ferit Bey sana gümrükte kâhyalık teklif eder. Sen yine çocukluktan itibaren aldığın o muazzam Osmanlı ahlâkıyla cevab verirsin: “Ben kâhyalık yapmam! Onu yaşlı bir Müslüman’a verin. Hamallık varsa yaparım.”

Böylece gümrükte hamallık yapmaya başlarsın. Şimdilerde turuncu koltuklarda “el kaldır-el indir” hizmeti (!) karşılığında yatlar-katlar alındığını düşününce, yıllarca kelle koltukta harb meydanlarında savaşan bir adamın, günün sonunda hiçbir maddî kazanç, dünyevî makam beklememesinin asaleti, tam bir kahramanlık vesikasıdır. Lâkin böyle levhaları, “Bir günün beyliği beyliktir” dünyasına vekâlet edenler asla göremez, yahut görmek istemez.

Aradan çok kısa bir süre geçmiştir. İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, İstanbul’da Galata gümrüğünü gezdiği sırada, koca çuvalı tek eliyle kaldıran seni görür ve “Bu adam kimdir?” diye sorar. Yanındakiler; “Bu adam 300 bin altunu Yemen’e kaçıran Zenci Musa’dır!” cevabı verince, senin yanına yaklaşır ve “Eğer bizimle çalışırsan seni altuna boğarım!” der.

İşte sen, bugün ilim medreselerinden ticaret meclislerine, üniversite kürsülerinden siyaset kulislerine kadar, her yere altundan harflerle asılması gereken şu cevabı verirsin:

    “Her teklif herkese yapılmaz! Bu sözleriniz beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var, Devlet-i Osmanî! Bir bayrağım var, Ay-yıldızlı bayrak! Bir kumandanım var, Eşref Bey!.. Bu iş daha bitmedi!..”

Gündüzleri Galata gümrüğünde hamallık yapıp, gece millî mücadele için Anadolu’ya silah kaçırılmasına yardım eden Mücahid Musa, ey kahraman Sudanlı! Cenk meydanlarında geçen ömrün neticesinde artık vücudun iyice iflas etmiştir. Çok kısa bir süre içinde vereme yakalanırsın. Öldüğünde ise çantandan sadece üç parça eşya çıkar: Osmanlı haritası, Eşref Bey’in resmi ve kefen bezi.

Bugün birçok sahada meydan yerine çıkmadan peşinen teslim olanları gördüğümüzde, senin işgal altındaki bir memlekette, işgal ordusunun generaline “Bu iş daha bitmedi!” diyebilen imanın, Osmanlı’ya olan vefa duygun, Malta’da hapiste de olsa kumandanın Eşref Bey’e olan o muazzam sadakatin, dünya malına tamahsızlığın, savaş meydanlarındaki cesaretin, ezcümle; “can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet bilişin” karşısında seni Fatihalarla yâd ediyor, en derin hürmetle selâmlıyoruz!

Ey Sudanlı Akıncı Musa! Allah’ın rahmeti ve Resûlü’nün şefaatinin üzerine olmasını bir kez daha Yüce Mevlâ’dan niyaz ederken, mektubuma Mütefekkir`in “Biz ve Gerisi” hitabıyla son veriyorum:

– “Müjdelerin müjdesi – havan dibinde cevher!”

Gerisi kütük soyu vesikalı zenneler

Tükür yala ve tükür tabiî alışkanlık

Nesepsizlik imtiyaz çalkalayıp dönmeler

Köpek yerine konur – “mühim birşey olmadı!”

Baba ismini sorsan kekeme teraneler

Fikrindeki seviye kibrit çakmaktan aciz

Topluma yön veriyor(!) hergün ayrı naneler

Nal toplama sanatı ödül alsa bunlarda

Hakikat namusu mu… kuyudur minareler

Bakın bakın bunlara cezâdan beter mahrum

Eğer müslüman buysa saraydır vîrâneler

Hani metod ve sistem hani teşkil çilesi

Bu dil işine gelmez sümüklü zamaneler

Uzun söze ne hacet havan dibinde cevher

Gerisi kütük soyu vesikalı zenneler

Bilgehan Eren

KAYNAK: Aylık Dergisi – Mart 2014 – Sayı: 114

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )