Üçüncü Meyve: Zîşuura, bilhassa insana bakar.
Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nâzenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur.
Çünkü insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zat, o arzuları yerine getiremez. Mesela, insanda gayet şedit bir arzu-yu beka var. İnsanın bu maksadını öyle bir zat verebilir ki bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp diğer bir menzilin kapısını açmak gibi, kolay bir surette dünya kapısını kapayıp âhiret kapısını açabilsin. Beşerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfî ve müsbet arzuları var ki onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zat ise ancak sırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zat-ı Ehad olabilir.
Hem beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlabları ve ruhunun bekasına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksatları var ki, onları öyle bir zat verebilir ki kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt kalmaz. Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfî seslerini işitir, cevapsız bırakmaz. Hem semavat ve arzı, iki mutî nefer gibi emrine musahhar ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin.
Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Mesela, insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa o akıl, hem İlahî kudsî defineleri hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşi korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i taciz bir âlet-i bela olur.
Hem mesela insanın en latîf ve şirin bir seciyesi olan şefkat; eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkatı tam hisseder.
Hem mesela insanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlukata nâzenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse el-iyazü billah öyle bir musibet olur ki mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbublarının ebedî firakları ile bîçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nevinden zahiren hissettirmiyor.
İşte bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen vahdet, tevhid ne derece kemalât-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Siracünnur’un belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa ederiz.
Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir:
Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiçbir teselli, bir meded göremedim. Çünkü zaman-ı mazi tarafı bir mezar-ı ekber ve müstakbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm.
Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-i halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır, zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir, diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım.
Sonra zeval ve fenaya baktım, gördüm ki: Sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir. Ve esma-i hüsnanın çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır. Ve cemal-i rububiyetin hikmettarane bir tezahüratıdır ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.
Sonra altı cihete baktım, gördüm ki: Sırr-ı tevhid ile o kadar nuranidir ki göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki zaman-ı istikbale inkılab eden binler mecalis-i münevvere ve mecma-ı ahbap, binler menazır-ı nuraniye gördüm. Ve hâkeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakiki yüzlerine baktım, sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.
Bu Üçüncü Meyve’ye ait bu zevkimi ve hissimi Siracünnur’un belki kırk risalelerinde cüz’î, küllî deliller ile beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesi’nin on üç adet ricalarında o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.
***
İkinci Makam
Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti, kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icab eden …