“Devlet-i Âliye-i Osmaniye” maârifinden – dikkat buyurun eğitim değil, maârif- uzak düşürüleli, batılı mefhum, “tanımlama” ve “anlamlandırma”larla düşünür olduk; kahredici bu hakikatı reddetmeye imkân yok. En muhafazâkar yapıların ya da dinî hizmet gruplarının müntesibleri bile aynı “dolap beygiri” olmaya teşne hâl içinde maalesef.
Bilinir, “Tanzimat” lügâvi manası ile “düzenlemeler” demek. İlk bakışta; hamiyet ehli insanların “ hüsn-ü niyet ve safiyet”lerine hitap edilirken, “devletin inkırazdan kurtarılıp yüceleştirilmesi gayesi ile yapılması düşünülen düzenlemeler” şeklinde takdim edilen bir “ıslahat fermanı”; asli fonksiyonu ifa edilip yanlış tatbik edilince olanlar oldu. “ Yanlışlık tatbik-i nazariyattan çıkar.” diyen Üstad ne kadar da haklı…
İslâm, “ Allah’ın vahyettiği, Resullulah (sav)ın tefsir ettiği sırat-ı müstakim” ( ifrat-tefritten azade dosdoğru yol) mânasında iken, sadece herkesin “nalıncı keseri gibi” kendine yonttuğu, “ucu açık ve taayyünsüz” barış şeklindeki ne idüğü belirsiz bir kelimeye “indirgenmesi” de Batı mefhumlarıyla tahdit etmemizdir kendimizi. Bazı “ehl-i hak” hocalarımızın benzetme niyetli ifâdelerini bu itaptan beri görüyorum.
Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin pek çok eserinde ( Sünuhat, Lemaat, İşaret’ül-İ’caz vd.) izah buyurduğu gibi “Kur’an’ın dörtten birini” teşkil eden “içtimai-sosyal ve bilvesile siyasi” emirlerinden (Ki Üstad bunlar için adece “adalet” kelimesini (!), diğer alimler ise “ukubat” kelimesini kullanırlar) “mücerred” hale getirici “diyalektik söylem”lerin başında , -kinaye yollu hafifseyici- şu ifade geliyor: “Siyasal İslam.”
Bu tâbir de, tıpkı “ Ortadoğu” ya da Ortaşark denilmesi gibi Batının aramıza kattığı “müsteşrik” akıllardan menşe alan bir mefhum. Rahmetlik Cemil Meriç’in dediği gibi “ zihnimize giydirilen deli gömlekleri”nden bir teki. Çünkü her türlü müsbet ve İslami terakki- fütuhata , “zalim propaganda” yahud “tek dişi kalmış cnavar” hücumlarına karşı yapılan her türlü – manevi ve maddi- savunmayı kırmak için giydirilen bir esaret kılıfı.
Daha doğrusu “ felaket ve helaket” asrı Müslümanlarının zihnindeki atalet ve uyuşukluğa bulduğu bir bahane perdesi…
***
“ Evet sıdk ve doğruluk, İslamiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakarlık, fiili bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu’ , alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. YALANCILIK İSE SANİ-İ ZÜLCELAL’İN KUDRETİNE İFTİRA ETMEKTİR.” (Hutbe-i Şamiye, s. 46)
Yukarıdaki beyandan anlıyoruz ki “mü’minin hiçbir zaman yapamayacağı fiil” yalandır. ( bilmâna Hadis) Hele maslahat için kizb?.. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesine göre, “zaman onu neshetmiş.” Neden ? Çünkü bu zamanda istismara uğramış o fetva. “Gayr-ı muayyen” olduğu için insanın kendine yontmasına çok açık olduğundan, “mümin ne şekilde olursa olsun o kapıdan girmemeli.”
“ Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali.” (Sözler, 711) Neden böyledir? “ Sıdk “ukde-i hayatiye”dir de ondan. Nurlu bir cevher olması da ondandır. (age) “Nurlu cevher”in İslami ıstılah eserlerinde “iman” diye tavzih edildiğinden gaflet edilemez.
“ Yol ikidir; ya sıdktır ya sükuttur.” Beyanı burada daha farklı “gerekçelendirilir”. “Yeri verir sükuta, eğer çıksa zararlı… Yalana hiç yer yoktur, çendan olsa faydalı.”
Mezkur satırların ardından gelen “lakin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek” ifadesiyle Üstad Hazretlerinin “ehl-i hak”la alakalı izahları ile “fırka-i dalle”yi tasvir edici beyanlarını hatırlayınca, bu tahdidin ameli ve fer’i mesailde olduğunu, itikadi ve imani bahisleri izahın ise sadece “münakaşa suretinde olamayacağı” sınırlamasının yapıldığını açık açık göreceğiz.
İslam hakikatını içtimaiyyetten ( bilvesile siyasetten) arı göstermek de “kizb”in taa kendisi değil mi zaten?
***
Kusura kalınmasın ama demeden de olmayacak. Bir metin tahlilci hele bu metin usuliddin kaideleriyle mâna verilmesi şart olan dini, imani bir metinse- ya da yorumcu, eğer ele aldığı mevzuu sadece, – la teşbih, yağsız tuzsuz pilav misali- bir üslupla işlerse ve anlarsa , hakikata ya da o ilhami esere karşı iri bir kabahat işlemiş, idrâkine mâni kalın bir perde çekmiş olur.
O perdeyi sıyırabilecek bir muharrik fikri bekle bekleyebilirsen?.. Yok eğer ben bildiğimi ya da anladığımı- derim, üst yanına karışmam- o Allah’ın vazifesidir. denirse, tevekkül hakikatının da aksi istikametini tutturmuş olunur; dun-himmetliler sınıfına adım atılır.
Bazıları eğer bunu gereksiz buluyorsa, Üstad’ımız (Rah)nın pek çok ifadesinden tek birine bakmamız gerekecek demektir.
”……………..kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye’yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitabda en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim. Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum. Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim. Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi. Fakat ey kari’! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!.. ( Sözler, 693)
“Fakat ey kari’! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme!” tâbiri bence- anahtar cümledir. Ama bir tesbitimi de diyeyim ki bu ifadeleri Hazret, o yüksek tevazuundan demiş olsa gerek. Çünkü hem bu girişten sonraki Lemaat eserinde, hem de Nur Külliyatı’nın bütününde öyle üsluplar kullanmıştır ki, Risaleler’in neden bu kadar çok okuyucu bulmasının sebeplerinden birini daha açıklıyor.
Ettekrarü ahsen… sırrıyla yine diyeceğiz. Bazılarınca münevver diye bakılan bir ehl-i kalem, mevzuyu tek yönlü ve at gözlüğü takmış bir mantıkla ele alacaksa , bir şeyler karalamasına ya da meydana “düşmesine” bir gerek kalmaz.
Kendi hayali arkadaşı ile geçinip gitmesi daha yeğ tutulur; hiç olmazsa başkasına fikren ve itikaden bir zararı dokunmaz.
***
Dönelim tekrar “Siyasal İslam” mefhumuna… “Siyaset” kelimesi “seyis” kelimesinde müştak ve “idarecilik” demek. Resul-ü Kibriya, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel Efendimiz (asm) hem resul, hem de idareci değil miydi?
Ya Hülefa-i Raşidin?
“ Benim ve Ebubekir, Ömer’in sünnetine uyunuz.” Emr-i Peygamberisi ne açıktır.
“Ehl-i hal ve’l-akd” olan ve milli iradeyle seçilmiş “yasama, yürütme” bu noktadan Sünneti yaşamakla vazifeli. Bizimki ise sadece onları ikazdır- müsbetçe elbet.
“ Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alakadardır. Fakat zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa! Belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.’ ……….. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki : O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslamiye’ye alet etmeğe çalışmışlardı.” (Hutbe-i Şamiye, 46)
Demek ki Üstad’ın “menfi siyaset” diye baktığı hal, “bir siyasi makamı” elde etmek veya meşru ve mümkün bir hükumeti ortadan kaldırmak için “halkın dini duygularını” istismar etmektir. ( Paralel ya da yamuk yapıların icraatı gibi.)
Aynı zamanda “ferdi” olarak o vazifenin “şimdilik” bizde olmadığı bedihi olmasına rağmen( Mektubat), İslam’ın idarecilikten tamamen azade olduğunu demek, Din-i Mübin-i İslam’ın cahili olunduğunun alâmetidir.
Mezkûr bu hakikatın müsbetçe tatbiki ve ideolocyası yapılmazsa, ortada DAİŞ vb. gibi “oluşum”lar cirit atar ki bu “menfi” hallerin doğması vebali sırtlanır o zaman.
“Zulme edna bir meyil bile göstermeyiniz, yoksa ateşe yanaşırsınız.” Ayetine muhatap olur, “zalemeye şerik (ortak) oluruz” – Allah muhafaza buyursun.