İnsanların yaratılış gayesi kulluktur:
İbadet; Abd ile Mabud arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir olgudur. Çünkü varlıkta iki daire ve iki tablo söz konusudur.
Birinci daire: Allah’ın Rab ismiyle yaptığı icraatlarını, kâinatı yaratma ve idare etmesini simgeleyen rububiyet dairesidir.
İkinci daire: Rububiyet dairesi hesabına hareket eden ubudiyet/kulluk dairesidir. Rububiyet dairesinden gelen, binlerce iyilik ikram ve ihsanlara karşı, ubudiyet dairesinde yerini alan insanoğlu bu ihsanlara karşı şükran borcunu eda etmek için bütün kuvvetiyle Rabbine ibadet eder, kulluk vaziyeti takınır.
Var olan tablolardan birincisi sanat; ikincisi tefekkür tablosudur.
Sanat tablosu; Yüce Yaratıcının sanatkârlığını, sonsuz ilmini, kudretini, iradesini ve eşsiz hikmetini yansıtmaktadır. Buna mukabil Sanatkâr Yaratıcı, insanoğlu ve cinler gibi şuurlu varlıklardan bu harika sanat şaheserlerini tefekkürle mütalaa etmesini istemektedir.
İşte ubudiyet genel olarak hem eylem, hem fikir planında cereyan eden bir kulluk nişanesidir. Kulluğun temel esprisi: bir yandan Allah’ın had ve hesaba gelmez lütuf ve nimetlerine karşı şükran borcunu eda etmek, diğer yandan kâinatın her sahası ve her safhasında kusursuz işleyen eşsiz sanat tablosundan gönül ve akıl akranına yansıyan hârikulâde sanat nakışlarını uyanık bir şuurla okumak, onları dikkatli bir fikir süzgecinden geçirmek ve onları doğru algılamaya çalışarak fıtrat vazifesini yerine getirmektir. “Cinleri ve insanları ancak beni tanımaları, bana kulluk etmeleri için yarattım”[1] mealindeki ayet-i kerimede bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.
İnsan, İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır:
“Her doğan, İslam fıtratı üzerinde (fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir istidat ve kabiliyette) doğar/yaratılır. Böyle iken -daha sonra- anne, babası onu Yahudi yahut Hıristiyan, ya da Mecusi yaparlar. Nitekim hayvan da hayvanı doğurur onda hiçbir noksanlık göremezsin.[2]
Bu hadisten anlaşılıyor ki, insanlar Allah’ın emir ve yasaklarından ibaret olan ibadet ve kulluğu yaptıkları sürece, kendi yapılarına uygun hareket etmiş ve huzurlu bir hayat içinde olmuş olacaklardır. Fıtratlarıyla uyum içinde hareket eden kimselerin maddi ve manevi yönden, psikolojik ve sosyolojik açıdan huzur ve güven içinde olacaklarında şüphe yoktur. Çünkü fıtrat yalan söylemez. Bozulmamış bir bünyenin ruh sağlığı, duygu düzeni, akıl ve fikir aktivitesi, gönül ve sevgi bağları kuvvetli olacağından en zor şartlarda bile huzurlu olabilir. En ağır musibet anında bile, Hz. Eyyup gibi sabrı taşıyan bir kulluk şuuru ve Hz. Yunus gibi ümit bahşeden bir iman ışığıyla her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir.
İnsanın Varoluş Gayesi
Yukarıdaki “Cinleri ve insanları ancak beni tanımaları, bana kulluk etmeleri için yarattım” şeklinde meal verdiğimiz ayet-i celilede zikredilen ubudiyet(kulluk) kavramı, iman ve ameli birlikte içine almaktadır. Nitekim Abdullah b. Abbas, Kur’an’da geçen ibadet kavramı, Allah’ın tevhidi, birliği, onu hakkıyla tanımak anlamında olduğunu söylemiştir.[3] Buna göre ayette geçen “Li ya’budûn” fiili, “Li ya’rifûn “ manasınadır.[4]
Demek oluyor ki insanın yaratılış gayesi Allah’ı tanımak ve ona kul olmaktır. Evet, insan melekle hayvanların ortasında ve ikisinin karışımından meydana gelen bir varlıktır. Çünkü insanın imtihana tabi tutulması için iç âleminde zıt kutupların çarpıştığı bir mekanizmanın olması gerekir. Oysa meleklerle hayvanlar tek kutuplu varlıklardır. Meleklerde yalnız akıl kuvveti, hayvanlarda da ise yalnız nefis kuvveti(iştiha ve öfke kuvveti) vardır.
Buna mukabil insanda hem akıl hem de nefis kuvveti (kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye) mevcuttur.
İşte insan bu özelliğinden dolayı büyük bir ehemmiyet kazanmış ve yeryüzünün halifesi payesine ulaştırılmıştır. Ve bu özelliğindendir ki, Allah’ın hikmeti birçok kötü işler yapan bu mahlûkun var olmasını uygun görmüştür. Bu hususu Kur’an’dan dinleyelim:
“Hani Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ demişti; melekler ise: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi var edeceksin? Oysa biz seni överek yüceltiyor ve seni devamlı takdis ediyoruz” dediler. Allah:”Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim, dedi.”[5]
Gerçekten melekler kötü duygulardan uzak, bir saf akla sahip olduklarından yüce yaratıcılarına karşı zerre kadar su-i edepte bulunmazlar. Kur’an’ın beyanıyla: “Allah’ın emirlerine karşı gelmezler, emredilenleri harfiyen yerine getirirler.”[6] “Melekler, üstlerindeki Rablerinden korkar ve kendilerine ne emredildiyse onu yaparlar.”[7]
Kulluk-Yaratılış İlişkisi:
Kulluk: -daha önce de belirtildiği üzere- yaratılan insan ile Yaratan Allah arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir olgudur. Bu yüzdendir ki, ilk inen vahiyde, Allah’ın yaratıcılığı ve insanın da yaratılmışlığı öne çıkarılmıştır. İlk inen “Yaratan; insanı yapışkan bir hücreden yaratan Rabbinin adıyla oku”[8] mealindeki ayette bu bağlantıya işaret edilmiştir.
Yine Kur’an’da, insanı Allah’a kulluk yapmağa davet eden ilk ayette de bu ilişkiye dikkat çekilmiştir: “Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz/kulluk yapanız ki takva mertebesine ulaşasınız.”[9]
Bundan anlaşılıyor ki, kulluk insan için bir fıtrat vazifesidir, yaratıcıya karşı bir teşekkür ifadesidir, ruhanî ve cismanî mekanizmaların yaratılış amacını gerçekleştirmeye yönelik bir kutsal eylemdir.
Şimdi, çok özet bir halde çerçevesini çizmeye çalıştığımız kulluk hakikatini birkaç madde halinde sunmaya çalışacağız:
İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, kendisine çok ehemmiyetli bir istidat ve kabiliyet verilmiş ve bu kabiliyete göre de ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiştir.
Bu çok değerli insanı, o gayeye uygun vazifelerde istihdam edip çalıştırmak için şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler yapılmıştır. Bu noktada “ahsen-i takvim” sırrının daha iyi anlaşılması için insaniyetin ve ubudiyetin esaslarını özetleyeceğiz:
İnsan, şu kâinata geldikten sonra “iki cihet ile” ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.[10] Diğer bir ifadeyle, kulluk iki şekilde yapılır: Biri yaratanın gıyabında, doğrudan ona hitap etmeden; diğeri ise, onun huzurunda, doğrudan ona hitaben yapılan kulluk.
(devam edecek)
[1] Zariyat, 51/56.
[2] Buhari, Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-sahîh, İstanbul, 1401/1981, Cenaiz, 93.
[3] Nesefi, Ebu’l-Berekat Abdullah b. Ahmed, Medarikut’-Tenzîl ve Hakâiku’t-te’vîl, Beyrut, 1419/1998, III/380.
[4] Bk. Hazin, Alaauddin Ali b. Muhammed, Lubabu’t-tevil fi maani’t-temzil,Beyrut, 1415, IV/197.
[5] Bakara, 2/30.
[6] Tahrim, 66/6.
[7] Nahl, 16/50.
[8] Alak, 96/1-2.
[9] Bakara, 2/21.
[10] Nursi, Sözler, 440-442.