Nurdan Haber

Şuur mu, Şiar mı, Şeair mi?

Şuur mu, Şiar mı, Şeair mi?
24 Mart 2016 - 7:37

İnsan  “en câmi” bir fıtratta yaratıldığından çok zaman  mihanikî hissiyat gölünde saklanamıyor. Bazen “sükûnette” bulunduğunuz bir anda  “bir kırık çini” bile  heyecan veriyor size, tarihî bir hadiseyi hatırlatan  mekânı görmek insanı heyecan denizlere “havalandırıyor.”

Cihangîr olduğunuz zamanları, üç kıtada adalet dağıttığınız anları karşınızda görür  gibi oluyorsunuz. Malazgirt’te “ Allah, Allah!” nidâlarıyla Anadolu’yu saran zulüm çemberini kırdığınız, “ tevhid” sancağını göklere yükselttiğiniz çağları hayalliyorsunuz.

İnsan, “Bir tane sıdk (doğruluk), bin harman yalanı yakar.” hikmeti gereği, yakın tarihlere gelir çabucak. Tanzimat’ın ilanından sonra üst üste gelen çöküşleri hayal meyal görünce ufukta, kollarınız iki yana düşüyor; düşünüyor, düşünüyorsunuz.
B u hâle memleket ve milletimiz nasıl düştü; üç kıta, yedi iklim “hayranlığından ve Latin zulmünden” kurtulduğu için  atlarının üzengisini öperken?
Dün “Allah, Allah!” diye ses veren dudaklar bugün niçin – bir cihetten- sus pus?  Soruya cevabı  kafanızın içi bir yıldız gibi aydınlanarak buluyorsunuz  birden. Milletleri galip ya da mağlup, medenî ya da geri, itibarlı ya da itibarsız yapan yegâne unsur: İnsan.

İnsanımıza “hakikî” olarak; eskilerin “zülcenaheyn” dedikleri hem maddî, hem de mânevi, moral yönden kıymet vermiş, ona ne zaman “aslî vazifesini” göstermişsek,  o vakit ilerlemiş, terakki etmişizdir. Ne zaman “onu” “aslî olmayan- teferruat” meselelerle meşgul edip, ona “vazife-i asliyesi”ni unutturmuşsak gerilemiş, büyük yıkılışlara  ve çöküşlere uğramışız.
* **
“Biz ehl-i hal, namzed-i istikbaliz. Tasvir-i müddea bizi meşbu etmiyor, delil ve bürhan isteriz.”  hikmetli söz gereği delil mi istersiniz?  Bürhan koca bir mâzi, geniş bir “ hakiki vukuatı kaydeden TARİH”!

 

 

Çok değil, “Söğüt”te başlayan ve kısa sayılabilecek bir vetire içerisinde “çınar” hâline gelmiş  hadiseye bakalım. Kırk çadırlık bir aşiretten üç kıtaya yayılmış bir devlet çıkaran o şanlı levha bize ne gösterir?
Meselenin “menakıbnâme” yönünü bir yana bırakacak olursak, “insan olma” şuuruna varmış, kendisinin diğer “mahlukattan” ayrılan yanını görmüş, asıl ve temel vazifesini- misyonunu- anlamış bir fert. “ Cemaat dağılır, vahid-i ferd baki kalır.” Çünkü.
Mensup olmakla müşerref olduğumuz  Din-i Mübin-i İslam, ona “ Vazifelisin!” demiş; “ Şu koca kâinatı bu düzen ve sanatta yaratan Zât’ı tanımak, sonra da O’na ‘kulluk’ yapmakla vazifelisin!”

Asırlar boyu cemiyet bu şuurda karar kılmışfertleri yetiştirip durmuş. “ İnsanlık vazifelerinin ne olduğunu” nesillere aktara aktara Osmanlı ile bütün Doğu milletlerinin hezimetle tanışacağı günlere kadar gelmiş.
Ya sonra?.. 
“Mâlumu îlama lüzûm yok.”  Herşey  ậyan beyan ortada.
Sadece Filistin’in Rahmetlik Lideri Arafat’ın itirafı bile kâfi: “Osmanlı çekildiğinden beri perişanız.”

Kudüs’ün hahamlarından birinin cesareti de hakikata ne güzel temastadır: “Bir Osmanlı başçuvuşu bile Kudüs’teki inzibatı daha iyi sağlıyordu!”
“Et-tekraru ahsen…” fehvasınca biz de tekrar soralım. Ya sonra?… “İnsan”ımızın başına birden çok çoraplar örüldü: Batıcılık, “her nevi” ırkçılık, dinde reformculuk, Türkçülük, dünyevileşme…

İnsan unutularak şekille uğraşılmaya başlandı . Yeni nesillere asıl vazifesi bildirilmedi, tâlim ettirilmedi, tanıtılmadı. “ Nereden gelip nereye gideceği” hakkında bilgi verilmedi. Üst üste gelen ve “fakr” hastalığını ziyadeleştiren “izmihlal”lar da işin tuzu biberi oldu.
***
İnsanın fıtratının değişmezliği onun vazifeli olduğunun en büyük delili: “Fıtrat yalan söylemez” çünkü…

 

Sünuhat’taki misal açık: Bir tohum taşları delip yeşilleneceğim dediğinde söylediğini, yani “lisan-ı hal” ile  dediğini “şeriat-ı fıtriye” haksız çıkarmayarak ağaca kadar kademe kademe ilerler. Demir elementi, “Beni açık havada nemle temas ettirme, yoksa paslanırım.” Diye tehdit savurmadığı halde pas tutabileceğini idrak ediyoruz elbet.
Adı üzerinde insan. En boşvermiş kişi bile insandışı bir varlığın “adıyla bile” anılmayı istemediğine göre, insanın “eşrefül-mahlukat” olduğuna inanıyor demektir.

Şu çığlık çığlığa ağaçlarda “teyaran” eden rengarenk “arı kuşu” hayat cihetiyle bizden daha iyi yaşıyor; her bakımdan. Ama aklı da yok, tedbir alacak feraseti de… O bize sesiyle “mana-yi harfi” olasıyla hizmetkâr, bizse onu tefekkürden bile –bazen- aciziz.
Hani temsili bir hikaye vardır: “Bir adam, bir hizmetkarına on altın verip  ‘Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır’ emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkarın cebine koyar, bir pazara gönderir.” ( Sözler)şeklinde olan  hikayedeki  ikinci hizmetçinin sadece iki metre kumaş almak ile vazifelendirildiği neticesine mi varırız?

Demek ki insan, “cedd-i emcedi” olan Ādem (AS) gibi “tavzif” edilmiştir. Dağların bile “haml”inden (yüklenmesinden) imtina ettikleri teklif  sırrına muhatap “hemi de”!  İnsanımız bu “sırr”ın iktizasını öğrenir ve tatbik de ederse, “mazideki” o muhteşem levhaları yine göz önüne serebilir;  kıtalara hak, adalet ve nizam dağıtabilir.
“Nizâm-ı âlem” misyonunun yapılabilmesi için “bilmiyorum başka çıkar yol!”

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )