Nurdan Haber

Akasya mı ağaç mı?-1

Akasya mı ağaç mı?-1
28 Nisan 2016 - 3:51

 

Akdeniz’e bakan yalıyarların birinin üzerinde kimbilir hangi tarihte kurulmuş yerleşim biriminde, ağaçlardan kopup gelen sesleri dinledikten hemen sonra hafızamdan baş uzatan bu ibâreler: “Amma o bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhavere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamat-ı hazînanesi, hayvanî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki ataya-yı Rahmâniyeden gelen bir teşekkürattır.” Akçaağaçları yahud Akasyaları bilirsiniz. Baştan ayağa bembeyaz “zannedilen” o ağaç var ya hani; en büyük meyvesi sürur veren serin gölgeleri olan… Kimi insanların da öyle olduğunu, kimi an ve anlayışların çoklarına o intibáı verdiğini düşünmemde, bilmem ne kadar haklıyım? “ Hiçbir müfsit ben müfsidim demez…” hakikatıyla atbaşı giden pek çok zannımız – ya da sanrımız- , karşımızdaki sur misâli sapasağlam ifâdeleri bile kendi dairesine alırsa diye endişelenmek, bilhassa bizim şiarımız olmalı. “ Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının nebîleri gibidir.” Hadis’iyle pekleşen “meslek-i hakikat” çığırının, bir bakıma değil, tıpatıp öylesi bir müjdenin “cüz’ü” olduğunu kabul etmeyen yok gibi… Hele “ Âlimler Peygamberlerin varisleridirler.” Emr-i Peygamberi’sini (asm) hatırlamak, “ állame” rütbesine hak kazandığı dünya âlemin tasdikinde olan bir Üstad’ın, ilk başta hatırladığım ifâdelerini de kendi çerçevesine alır. Çünkü bizi öylesi bir benzetmeye götüren sır, o sesin getirdiği bir tedâiydi ve vecde getirici sedâsıyla “ Hâlikını tesbih”teydi. İlk defasında herhangi bir kuşa ait olduğunu sandığım sesler, “miheng”e vurduktan sonra öğrendim ki bir böceğe aitmiş. ***
Sis basmış zirvelerin gönülleri çekişi bir değişiktir. Eğer oralarda iseniz, öyle bir kapalı kutu içinde bulursunuz ki kendinizi, sisin ardındaki gözlerden ve itici “ilgi”lerden fersah fersah ırak görürsünüz. Tam tersi, o zirvelerden gerçekten ıraksanız, bu sefer de sisin ardını merak eden “muhayyile” ve “ musavvire” duygularınız size öyle sürprizler hazırlar ki bilinemez latifelerin bir kısmını doyuracak, bir kısmını atâletten kurtaracak, daha ayrı bir bölümünüyse, göz ve gönülleri aslî vazifesine çevirecek bir kabiliyet gösterir. Akıl ve muhakemeden süzülenlerin nelerde karar kıldığını bilmeyeniniz yoktur zannediyorum; onun için “ göz ve gönüller” dedim. Hâdiselerin “kışr”ını temizlemekle vazifeli kuru ve “âkıl” olması gereken ama – maalesef- çok kere o sıfatı gösteremeyen, duygu kırıntılarına kapılmayı “ akıllı olmakla” karıştıran ve çok kere, bizleri bu yüzden ağzı açık bıraktıran, göz boyamalarla çabucak kamaşabilen kaypak, insan “ene”sine teslim latifeyi zikretmeyi fuzuli görüyorum. Deryanın dalgaları üzerindeki köpüklere takılarak, denizin bağrındaki sayısız “ tecelli” izini düşünemeyen tefekkür ehli misâli ( Sözler, 319-332) yalnızca kimi için iç kanatan , kimine göre gönül açan, kiminin de yürek ve bileğini üzen o seslerle oyalanmak – ne yalan diyeyim- beni oldukça düşündürdü; işin hakikatı, biraz da utandırdı. “İ’lem Eyyühel-Aziz!( Ey aziz kardeşim, bil ki!) Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül ( inceden inceye düşünceye dalma); evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme ( ayrıntıya girip “ tecessüs” etme). Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma boğulursun.” Demek ki insanı o feci akibete düşüren husus, bahsedilen yanlış tefekkürdür; “tefekkür” ölçüsüz bir düşüncenin eseri değil, ancak belli ve “mücerreb” ( doğruluğu tecrübeyle sabit) düsturlar tarafından kuşatıldığı ölçüde bir mâna ifâde eder. Kupkuru hayranlıklar, endâzesiz kanaatlar, “ güzel görmeyen” bir zihin yapısıyla , oraya buraya çekilebilen, ve “nefs” elinde te’vil silahı olabilen temâşalar, “ müderris”lik yapacağım derken, “ Tevhid”den uzaklaştırıcı boyun kırmalara o kılıfı takmak değil… Birinci Şua’da bahsedildiği gibi, “ İbrahimvâri” bir hıllet zirvesi. Rutubeti süpüren o esinti çıktıkça dağılıp giden sisler ardından daha bir şa’şa’lı görünen şu zirveler gibi tıpkı… *** “Hayalim, sanki aciz bir sinekti ve bir nebati örümcek onu ağlarında avlamıştı. Hareketsiz duran haşin ağaca baktım ve düşündüm : Bir limonlukta hapsedildiği için , uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi , öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ıslanamayan , fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldızları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mes’ut muydu? En hakir ottan, en muhteşem çınara kadar her nebatın muhtaç olduğu , hava ve ışıktan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın soba harareti ve insan nefesiyle yaşamaktan mes’ut denebilir miydi?” (Ahmet Haşim)
 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )