Nurdanhaber – Ömer SEVİNÇGÜL
“Uzun süredir düşünüyorum. İşin içinden çıkamadım. Bir insanın ahlaklı olması için ille de bir dine inanması mı gerekir? Bütün tanrıtanımazlar ahlaksız mı? Hem tanrıtanımaz olup hem de ahlaklı olamaz mı insan?” diye soran bir gence şu cevabı verdim:
Bir bakıma dinin öbür adıdır, ahlak. Hazreti Peygamberin “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” hadisi de bunu teyit ediyor.
Lakin bu hakikat bizi “Tüm tanrıtanımazlar ahlaksızdır” gibi bir yargıya götürmez, götürmemeli.
Zira insanın ahlakı, seciyesi yalnızca felsefesine göre biçimlenmez. Karakteri, huyu, davranış biçimi, yargıları sayısız etkenin tesiriyle oluşur.
Nasıl maddi yönü sayısız gıda ile inşa olunuyorsa, ruhsal yapısı da öyle teşekkül eder.
Bir kısım ahlaki değerleri, bazen farkına bile varmadan, annesinden, babasından, hocasından, arkadaşından, kısacası çevresinden alır.
Tanrıtanımaz felsefelerin akıl ürünü ilkeleri, kuralları, yasaları vardır. Bunlar polis denetiminde ya da alıştırmalarla uygulatılabilir. Fakat bir ahlak öngöremez tanrıtanımazlık, aksi hâlde kendisiyle çelişirdi.
İnsan hayvandan evrimleşerek kendi kendine oluştuysa, doğal kurallar geçerliyse, biz her şeyi günübirlik çıkarların tahrikiyle yapıyorsak, ahlaka yer yoktur o zaman.
Çünkü ahlak feragat, fedakârlık, özveri ister. Başkasını kendine tercih etmeyi, zayıfı kollamayı, düşkünü korumayı, ezileni savunmayı emreder.
Yani “Hayat mücadeledir, kuvvetli olan zayıf olanı yok eder, doğal elenme sonucu güçlüler ayakta kalır” düşüncesinin zıddını.
Namus kavramını düşün… Sözde maymundan evrimleşerek oluşan bir insan için namusun ne anlamı olabilir?
Nikâh, ilahî bir kavram ve eylemdir. Evrim sonucu kendi kendine oluşan bir canlı için nikâhın ne manası var! İffetini korumak, eşini kıskanmak da ne demek!
Kuramda böyle olmakla birlikte uygulamada başka bir manzarayla karşılaşırız.
Nice tanrıtanımaz var namusu konusunda titiz davranan, iffetini korumak için hayatını bile tehlikeye atan.
Konuştukları zaman, İslami ahlaka aykırı düşüncelerini savunurlar ama iş uygulamaya gelince son derecede titizdiler.
Sözün kısası, soyut fikirler aklı etkisi altına alabilir ama kalbi, duyguları, alışkanlıkları, çocukluktan itibaren ruha nüfuz eden ahlaki kabulleri tamamen yok edemez.
Bu nedenle, ahlaklı bir tanrıtanımazlık olmaz ama ahlaklı tanrıtanımaz olabilir. Nitekim oluyor.
Bunun tersi de doğrudur. Yani ahlaksız bir semavi din olmaz ama bir dine inanmakla birlikte ahlakı bozuk kişiler olabilir. Nitekim günlük hayatta örneklerini görebiliyoruz.
Dinsiz bir toplum yaşayamaz. Dinden en uzak topluluklarda bile dinin etkisi vardır. Kim bilir hangi zamanda yaşamış eski peygamberlerin tesirleri cılız da olsa devam etmektedir.
Kendisi unutulmuştur ama bıraktığı değerler başka isimler altında yaşamaktadır. Bunu bir örnekle anlatayım…
Bir odaya girdik, ortasına bir soba kurduk, yaktık ve ortamı ısıttık. Sonra sobayı kaldırdık ve odadan çıktık.
Bir süre sonra odaya biri girse, sobadan kalan ısıyı hisseder. Kaynağını bilmese de ondan yararlanır.
İşte, ‘dinin öbür adı’ olan ahlak da bu yolla yerleşmiş, adeta toplumun genetik yapısı hâline gelmiştir. Nesilden nesile anane, âdet, görenek, kültür, felsefe vesaire adları altında sürüp gitmektedir.
Sözün kısası, kişi dinî değerleri aklıyla inkâr etmekle birlikte günlük hayatta başka türlü davranır. Kalbi aklına galebe eder.
Felsefeler ruhun derinliklerine inemez. Kişi “İnanmıyorum, dinsizim” de dese dinin etkisinden kurtulamaz.
Auguste Comte ve benzeri dinsiz düşünürlerin beşerî bir din ihdas etme çabaları da bundan kaynaklanıyor. Dini reddediyorlar ama dinsiz de yapamıyorlar.
Keza kimileri de bazı felsefi doktrinleri adeta din hâline getiriyor, mekânları, zamanları, kişileri, ilkeleri takdis ederek kurguladıkları dinin dindarı oluyorlar.