Üçüncü İşaret:
وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ
fıkrası ifade ediyor ki: Dünya bir destgâh ve bir mezraadır, âhiret pazarına münasib olan mahsulâtı yetiştirir.
Çok Sözlerde isbat etmişiz: Nasılki cinn ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de: Dünyanın sair mevcudatı dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiştiriyorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki: “Onun içindir.” Bu sefine-i Rabbaniye, yirmidört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip, meydan-ı haşrin etrafında dönüyor.
Meselâ, ehl-i Cennet, elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi; o levhaları, o vak’aları müşahede etseler çok mütelezziz olurlar.
Madem öyledir, herhalde dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennet’te, عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ işaretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisatın manzaraları Cennet’te bulunacaktır.
İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için, bir fabrika destgâhları hükmünde görünüyor.
Meselâ: Nasılki ehl-i medeniyet, fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alıp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar.
Aynen öyle de: Şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra, onların Sâni’-i Hakîm’i âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu’cizat-ı Sübhaniyeyi, menazır-ı sermediyede kaydetmek, mukteza-yı ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedud’dur.
Dördüncü İşaret:
وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ اْلاَسْمَائِيَّةِ
fıkrası ifade ediyor ki: Mevcudat etvar-ı hayatıyla, müteaddid enva’-ı tesbihat-ı Rabbaniyeyi yapıyor.
Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor ki, meselâ: Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Latif ismi lütfetmek istilzam eder ve hâkeza bütün esmanın birer birer muktezası vardır. İşte herbir zîhayat hayatıyla ve vücuduyla o esmanın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni’-i Hakîm’e tesbihat yapıyorlar.
Meselâ: Nasılki bir insan güzel meyveler yer, o meyveler midesinde dağılır, erir, zahiren mahvolur; fakat ağzından, midesinden başka bütün hüceyrat-ı bedeniyede faaliyetkârane bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktar-ı bedendeki vücudu ve hayatı beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor. O taam kendisi de vücud-u nebatîden hayat-ı insaniye tabakasına çıkıyor, terakki ediyor.
Aynen öyle de: Şu mevcudat zeval perdesinde saklandıkları vakit; onların yerinde herbirisinin pek çok tesbihatı bâki kalmakla beraber, pek çok esma-i İlahiyenin de nukuşlarını ve mukteziyatını o esmanın ellerine bırakır. Yani bir vücud-u bâkiyeye tevdi ederler, öyle giderler.
Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle onun yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücud kalsa; denilir mi ki, ona yazık oldu veyahut abes oldu veyahut şu sevimli mahluk neden gitti.. şekva edilebilir mi? Belki onun hakkındaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa birtek zarar gelmemek için, binler menfaati terketmek lâzım gelir ki; o halde binler zarar olur.
Demek Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri; zevale ve firaka muarız değiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.
Mektubat ( 293 – 295 )