İbâdet deyince, dar ma’nâda, yalnızca namaz ve oruç gibi ferdî mükellefiyetlerimiz hâtıra geliyor. İslâm, hem dünyâ hem âhiret saâdetini sağlayan bir dindir. Cenâb-ı Allah’ın emir ve yasaklarının bütününe uymak ibâdettir. O halde, Kâinâtın Sâhibi olan Hâlık Teâlâ bizden neyi istiyorsa yapmak zorundayız. Çeşitli mâzeretler ileri sürerek bunlardan kaçınmak mümkün değil. Eğer dînî bakımdan bir geçerliliği yoksa, özür olarak kabul ettiklerimizle ancak kendimizi kandırabiliriz. Azîz Üstâd’ın nefsini sorgularken dediği gibi, acabâ ibâdetteki kusûrumuz dünyâ meşgalelerinin çokluğundan mı ileri gelmektedir? Ve gerçekten de, o meşgale dediğimiz hususlar, çoğu bize âit olmayan ve lüzumsuz yere üzerine eğildiğimiz işlerden ibâret değil midir?
Herhangi bir özür ileri süremeyip, îfâ ettiklerimiz ise, yalnızca görünüşü îtibâriyle ibâdete benzemektedir. Samîmiyetle, iç huzûru duyarak, uyanıklık ve mânevî korku veyâ sevgi hisleriyle yoğrulmuş bir ibâdeti yerine getirmek ne kadar zordur! Âdet yerini bulsun, sorumluluk üzerimden gitsin, borçtan kurtulayım düşüncesiyle yapılanlar, ne kadar kuru, resmî, yapmacık ve zevksizdir! Şartları şeklen bile yerine getirilmeyen, acele, üstünkörü davranışlar, kulu yaratıcıya yaklaştıran ve mânevî hazlar veren gerçek ibâdetten ne kadar uzaktır!
Söz gelişi, câmiye vaktinde gelmeyi imam ve müezzinden bekleriz. Avlunun, câminin, eşyâların temizliğini kayyımdan isteriz. Sesimizin ve tavrımızın kendimizce güzelliği nispetinde, cemâatin takdirlerini kazanmak için ara sıra ezan ve ikàmet okur, tesbîhâtı yaparak müezzini tembelliğe; engin müsâmahamızı gösteriyormuş gibi davranıp, gelemediği vakitlerde vekâlet ederek imamı vazîfesini ihmâle alıştırırız. Mescidin orasına burasına zevksiz levhalar, süsler, eşyalar takar; bilmediğimiz konularda bile işe karışarak cemâatlik görevimizi yaparız. Çocukları ve gençleri azarlayarak terbiye etmeye, lâkaytlara asık suratlarımızla tepki göstermeye bayılırız. Dışarıdakileri “ehl-i necât” saymamak, görüşümüzü ve davranışımızı benimsemeyenleri bir çırpıda silip atmak, bize saygı göstermeyenleri yerden yere vurmak gibi garipliklerle zevklerimizi tatmine çalışırız.
Güler yüz, müsâmaha, şefkat, merhamet, yumuşaklık, sabır, tahammül gibi pek çok zor hareketi karşımızdakinden bekleriz. Hoşgörü bize, sabır eziyetlerimize, katlanma nazlarımıza, tebessüm abûs çehremize, saygı kabalığımıza, şefkat hastalığımıza, merhamet yoksulluğumuza karşı gösterilmesi mecbûrî hallerdendir… Kendimiz için güçlüklere katlanmak, nefsimizin izzetinden fedâkârlık yapmak zor gelir. İlim öğrenip gerçeği öğretmek yerine, muhâtaplarımızın basma kalıp bilgilerimizi ciddiye almalarını isteriz. Hakkı bulmağa çalışmak yerine, karşımızdakilerin bizi haklı bulmalarını arzû ederiz. Eksikliklerimizi tamamlamak yerine, dostlarımızın kâmil davranmalarını talep ederiz.
Dünyânın merkezi nefsimiz midir? Heves ve arzûlarımızın tartışılmaksızın yerine getirilmesi, etrâfımızdakiler için zarûrî bir yükümlülük müdür? Bütün yaratıklar bize hizmetle mi görevlidir? Bizim kimseye karşı minnet ve borçlarımız yok mudur? Düşünmek, kendimizi hesâba çekmek; hakkı sâhibine teslim etmek de birer ibâdet değil midir?
Maddî kazanç sağlama endîşesiyle, dünyâya âit her işi nasıl da ince eler, sık dokuruz! En basît bir menfaat için nice yıllarımızı heder ederiz! Üç-beş günlük bir fayda sağlamak için ne kıymetli vakitlerimizi harcarız! Nefsimizin her isteğini öncelikle yerine getirir, her türlü özeni gösteririz! Âhiretimizden kopardığımız zamanları dünyâmıza yamarız! İşlerimizi kusursuz yapmak için ibâdetimizin kusurlu olmasına aldırmayız! Yüksek sesle ve uzunca bir esef belirtisinde bulunmamız gerekmez mi? Vaaaay, vay!