Nurdan Haber

RİSALE-İ NURA GÖRE DİL ve EDEBİYAT

RİSALE-İ NURA GÖRE DİL ve EDEBİYAT
20 Temmuz 2020 - 13:13

RİSALE-İ NURA GÖRE DİL ve EDEBİYAT

Bilginin büyük bir güç olduğu günümüzde ve gelişmelerin ülkemizi liderliğe sevk ettiği bu ortamda ilgi ve bilgi eksikliğinin sonuçları çok acı ve ağır olacaktır. Bu konuda büyük eksiğimizin olduğuna inanmalıyız. Çünkü kabul edilmeyen hata ve eksik, düzeltilip tamamlanamaz.

 

Yaklaşık altı yüzyıl boyunca meydana gelen ve gelişen, sürekli bir dinamizm içinde bulunan, basiret ve iz’anla muhafaza edilip ne yazık ki aydınlarımızdan yeterli ilgi ve gayreti görmemiş köklü kültür birikimimizin, Cumhuriyet döneminde bütünüyle incelenmesi ve tanımlanması mümkün olmamıştır. Günümüzde üniversitelerimizde gelinen bilimsel seviye, geçmişin değerlerine saygıyla bakmanın gerekliliğini ve geçmişten faydalanılacak ve ders alınacak sayısız öğretinin bilim tarafından değerlendirilmesini gerekli ve mümkün kılmaktadır.

 

Tanzimatla başlayan eğitimde modernleşme, mektep, medrese ve tekke kurumlarının, karşılıklı yabancılaşmayla kutuplaşmasına sebep olmuştu. Medreseliler, mekteplileri dinsizlikle, diğerleri de bunları cahillik ve taassupla suçlamaktaydılar. Ayrıca mektep merkezli eğitim dilinin Türkçe olması, Doğu ve Güneydoğu’daki eğitimi de önemli ölçüde sınırlamıştı.

 

Bizde Batılılaşma çabaları Tanzimat’la başlamıştır. 1839-1860 tarihleri Türk toplumunun, kapılarını, hiçbir kontrol yapılmadan, Batıya ardına kadar açtığı bir dönemdir. Tanzimat yazar ve şairi olan Ziya Paşa dahi:

 

“Milliyyeti nisyân ederek, her işimizde

Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı”

 

beytiyle bu durumdan şikâyet etmiştir. Tanzimat, ne eskiyi doğal bir değişim ile yeniye göre geliştirebilmiş, ne de onu tamamıyla ortadan kaldırabilmişti. Halkta eski anlayış aynen devam ediyordu. Avrupalılık bazı alanlarda millî ve mahallî hayata sürülmüş küçük bir frenk cilâsı olarak dışta kalmış ve sadece eskinin bütünlüğünü bozmuştur.

Yaşadığımız çağdaki kuşakların ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir eğitim sistemine çok ihtiyaç vardır. Mektebi esas alarak medreseyi canlandıran ve bu ikisine de tekkenin irfanını katan model, bugün Türkiye’nin tartıştığı eğitim ve demokratik açılımın gerekliliği üzerine yıllar önceden farklı fikirler önermiş önemli bir mütefekkir olan Bediüzzaman Said-i Nursî’nin “Medresetüzzehra” adını verdiği ve merkezi Van’da, birer şubesi de Bitlis ve Diyarbakır’da olarak açmak istediği okul modelidir. Bugün “dil böler” diyen siyasetçilerin aksine Said-i Nursi, anadil ile verilen eğitim ve kültürün baki kalacağını ve milli lisanla işlenen bir şeyin, içeriği ne olursa olsun, insanlara sıcak geleceğini belirtmiştir. Van’da kuracağı üniversiteyi Bediüzzaman Said-i Nursî: “….Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Münazarat: 126-127-128) ifadesiyle belirlemiştir.

Bediüzzaman Said-i Nursî, “ Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.” yani fen ilimleri ile medrese ilimlerinin beraber okutulduğu ve yine orada Arapça’nın mecburi ve gerekli, Kürtçe’nin mümkün, Türkçenin de lüzumlu ve ihtiyaç duyulan bir dil olarak bulunduğu üniversiteyi gerekli görmektedir. Bu üç dilde eğitim verilmeli, öğrenciler bu üç dilde bilgi sâhibi olmalıdır görüşüyle ta o zamandan günümüze dil eğitim reçetesi sunmuştur.

İdeolojik bakışlarla bir millet ve dil görmezden gelinip inkâr edilmemelidir. Aksine dil ve örf anayasa garantisine alınıp daha da bağra basılmalıdır. Yani eğitimde, resmi dili de ana dili de vazgeçilmez gören bir anlayışa sahip olmak gerekir… Çünkü dil, bütün maddî ve manevî değerlerin, duygu, düşünce ve hatıraların ortak hazinesi ve milletlerin en önemli sosyal varlığıdır. Kültürün de

(* Öğretim Görevlisi (emekli). belenmaksut@yahoo.com.)

 

İlk ve temel unsuru dildir. Kültür, varlığını nesilden nesle aktarmaya borçludur. Gelenek ve görenekler, dünya görüşü, din, sanat, tarih vs. dil sayesinde nesillere aktarılır. Milletin ve diğer kültür unsurlarının oluşmasında etkili olan ve en başta gelen dildir.

 

Bir şair duygu ve düşüncelerini kendi milletinin bireylerine ancak diliyle ulaştırabilir. Bir yazar, bir bilim adamı, bir devlet adamı ve bir filozof topluma görüşlerini dil yoluyla yayabilir.

 

Dil, milletler arasında da kültür taşıyabilmektedir. Bir millet başka bir milletten bir takım kelimeler alabilir. Her kelime kültüre ait bir unsur olduğu için alındığı şekliyle olmasa bile o milletin kültüründen izler taşıyacaktır. Kültürün nesilden nesle aktarılması, diğer milletlere tesir etmesi, yaşaması ve gelişmesi dil sayesinde mümkündür. Bediüzzaman: “ Arabî vacip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak” derken elbette ki bu dil gerçeğini ortaya koymuştur.

 

Bir millet ve dili inkârın aksine, bu anlayış yıllar önce hayata geçirilseydi bugün bu sıkıntıları yaşamazdık. Biz geçmiş değerlerimizle ilgili çalışmaları yeterince yapamazken, Kürt Dili,  Edebiyatı ve tarihini de içeren, aslında bizim olan birçok değerler, yurt dışında yabancı ülke bilim adamları tarafından tek taraflı bakış açılarıyla incelenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki:

 

Fransa, Amerika, İngiltere, Avusturya, Hollanda, İskandinavya ülkelerinde (İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’da özellikle 20. yüzyıldan sonra olmak üzere) Kürtlere ve Kürtçe’ye ilişkin sosyolojik ve dilbilim olarak hayli araştırma yapılmıştır. Rusya, İran, Suriye ve Irak, Kürdoloji alanında ayrıntılı çalışmaların yapıldığı ülkelerdir.

 

Dünyada durum böyleyken, Türkiye’de, Kürt dili ve kültürü sahasında basılan, Siirt Mutasarrıfı Yusuf Ziyaeddin Paşa’nın İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan “Hâzâ Kitabu (Li-hediyyetü’l- Ham’idiyye fî’l-Lûgati’l-Kürdiyye)” isimli Sözlüğü, Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi’nde “Seyfeddin Özege Bağışı” olarak bulunan Kürdî-zâde Ahmed Hassî Râmiz’in, Kürtçe (Zazaca) “Mevlîdi’n-Nebî”si ve birkaç kitap ve Şerefname’den sonraki önemli ikinci kaynak ve Kürtler hakkında ilk sosyolojik çalışma olarak değerlendirilen Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi dışında fazlaca bir eser yoktur. Oysa tarihte bu topraklar Kürt kültürü bakımından önemli bir kaynak olmuştur. Özellikle, Doğubeyazıt, Diyarbakır, Hakkâri ve Bitlis şehirleri Kürt kültürünün önemli merkezleridir. Ahmed-i Hânî, Şeref Han, Mahmut Bayezidî başta olmak üzere birçok Kürt aydın ve düşünürü buralarda yetişmiştir.

 

Ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi 10 ciltlik Seyahatname’sinde Kürtler ve kendi ifadesiyle Kürdistan üzerine ayrıntılı bilgiler vermiştir. Evliya Çelebi kendi dönemi bakımından Avrupalı ve Batılı diğer gezginlerden daha kapsamlı bir gözlemle dönemin Kürdistan’ına dair önemli bir kaynak bırakmıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi birçok dile çevrildiği gibi, ilk defa 1979 yılında Irakta Kürtçeye de çevrilerek yayımlanmıştır. Bazı araştırmacılar Evliya Çelebi’nin eserini Kürt tarihine tutuğu ışık bakımından Şerefname’den sonraki önemli ikinci kaynak ve Kürtler hakkında ilk sosyolojik çalışma olarak değerlendirmektedir.” (http://tr-tr.facebook.com/notes/k%C3%BCrdoloji-kurdology comment_id=1830225)

 

İhmale uğrayan bu çalışmaların, bir bütünlük, kaynaşma ve mükemmellik içinde uygulanmasını isteyen “Bediüzzaman Said-i Nursî, en birinci maksadı olan, Şark Darülfünûnu’nun tesisi için uğraşmaktan katiyen geri durmadı. Bir gün mebuslar heyetine der: “Bütün hayatımda bu darülfünûnu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz.” O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine: “Bunu mebuslar imza etmelidirler” der. Bazı mebuslar: “Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslamiyet noktasında gidiyorsun. Hâlbuki şimdi Garblılara benzemek lazım.” derler.

 

Bediüzzaman: “O vilayat-ı Şarkiye, âlem-i İslamın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lazım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim:

 

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ‘Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de: ‘Eyvah! dedim. Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim.

 

İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hali ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhal olarak, siz başka yerde dünyayı dîne tercih edip, siyasetçe dîne ehemmiyet vermeseniz de, herhalde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lazım.”
Bu hakîkatli maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, yüz altmış üç mebus o kararı imza ederler.” (Tarihçe-i Hayat:  143-144).

 

Kültürün koruyucusu ve taşıyıcısı olan dilleri, milletlerinin ve onların mazilerinden ayrı bir varlık olarak görenler, milletlerinin dilleri üzerinde söz sahibi olamazlar. Bir milletin tarih boyunca ortaya koyduğu eserleri sevmek ve anlamakla diller sevilir. Tarih yalnız milletlere değil, milli dillere de karakter verir ve onları olgunlaştırır.

 

Ne yazık ki Türkçemiz, yetmiş küsur yıldan beri dilimizi, milletimiz ve mazimizden ayrı görenlerin ve: “Diğer dillerden dilimize geçmiş olan kelimeleri dilimizden atalım, sadeleştirelim; Eski Türkçe kelimeleri canlandıralım” diyerek bunlara ilaveten uydurma kelimeler de yapanların elinde acınacak hale düşmüştür. Yeryüzünde başka dillerden kelime almamış saf bir dil mevcut değildir. Her dil bir diğer dilden kelime alış verişinde bulunmuştur. Dillerin kelimeleri değil, grameri, mimarisi; sesleri, iç ve dış musikisi millidir.

 

“Eski Türkçeye birçok kelime Yunanca, Hind, Çin ve Moğol dillerinden alınmıştır. Bir takım geri kelime ve ekler Türkçeye daha çok Moğol istilasından sonra zorla sokulmuştur. Tarih boyunca hazmedilerek millileşmiş kelimeleri atıp Türklere en büyük düşmanlığı yapmış barbar Moğol milletinin kelimelerini Türkçeye almaya çalışmak hainliktir.” (Banarlı 1977: 238-243)

 

Büyük bir tahribat geçirerek acınacak hale düşürülen Türkçemizin düzeltilmesinde, hakiki ve halis Türkçe olan Risale-i Nurların örnek, ölçü ve kalıp olacağına inanıyor ve bunu acil olarak istiyoruz.

 

Çünki, Risale-i Nur’lar, imani meselelerle ilgili olmakla birlikte, ifade tarzının güzelliği ve mükemmelliği, kelimeler, yapılan benzetmeler, edebi sanatlar ve verilen örneklerle dil özelliğine sahip olan cümlelerden meydana gelmiştir. Onun dil özellikleri konusunda çok şey yazılabilir.

 

Risale-i Nurlar müsvedde hali değiştirilmeden temize geçirilen eserlerdir. Bediüzzaman Said-i Nursi tarafından söylenmiş ve kâtip dediğimiz diğer şahıslar tarafından yazılmış metinlerdir. Bu özelliği çeşitli yerlerde müellifi bizzat kendisi belirtmektedir. Bu konuda: “Çok acele yazıldı”, “Vakit olmadığı için düzeltilmeye ve tebyiz edilmeye vakit bulunamadı” veya “Tarassutlar, tazyikatlar altında yazıldığı için rahat bir şekilde düzeltilemedi”, “Düzeltilemedi müşevveş kaldı” gibi çok çeşitli ifadeler kullanılmıştır. ( 25 ve 26. Lem’alar baş kısmı; 30. Lem’a, 3. Nükte; 25. Sözün başı (İhtar); 26. Lem’a, ll.Rica, 12. Rica; Konuşan Yalnız Hakikattir, Emirdağ Lahikası, II, 78; 28.Mektup, 7.mesele 5. İşaret). Bir insanın süratli bir şekilde söylemesi ve söylerken diğerlerinin yazmasıyla bir eserin meydana gelmesi görülmüş bir olay değildir.

 

Diğer bir özellik de, 300’den fazla hadis ihtiva etmesine rağmen Ondokuzuncu Mektup gibi bazı risaleler, hiç bir kitaba müracaat edilmeden çok süratli bir şekilde yazılmıştır. (Mektubat: 19. Mektup, 28. Mektup, 7.Mes’ele, 5. İşaret).

 

Büyük çoğunluğu Türkçe, sonra Arapça, az bir kısım ise Farsça olarak kaleme alınmış olan Risale-i Nurlar, seksen küsur yıldır okunuyor; tekrarlanarak okunması, okuma zevkini ve lezzetini kaybetmiyor. Müellif de: “Hem çok defa okunduğu halde taravetinden, zevkinden, lezzetinden hiç bir şey kaybetmemektedir.” diyor. (Lemalar: 28.Lem’a, 7. Mesele, Emirdağ Lahikası-I: 187, Mektubat: 19.Mektup, baş kısmı).

 

Risale-i Nurlar dikkatlice ve öğrenmek niyetiyle okunduğunda kolay anlaşılan eserlerdir. Bediüzzaman Said-i Nursî, ifade tarzının “muğlak” ve “anlaşılmaz” olduğu yolunda bir kanaata rağmen, kader ve ruh konuları gibi en büyük ve en geniş mevzuları dahi âmi insanlara da anlatabilecek tarzda bir ifadenin Risalelerde yer aldığını bu özelliğin bir “eser-i inayet” olduğunu söylüyor. ( Mektubat: 28.Mektup, 7.Mesele, 3-4-5. İşaret).

 

İslâm’ın, Kur’ân’ın ilk emri “Oku!” dur. Okumak imandır, ilimdir, kemaldir. Namık Kemal’in de: “ Âdemin insaniyeti okumakla, hayvaniyeti yemekle kâimdir” sözü, okumaktan uzak olan insanlığı kabul etmemesi çok manidardır. Risale-i Nur: “Öyle de manevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi ne şarkın mâlûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünûnundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir…”, “Mânevî bir elektrik olan Resâili’n- Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-ı âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder. Muhakkik bir âlim olabilir.” (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî: 74). “Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder…” (Sözler: 772) ifadeleriyle insanın sadece kendisinin okuyarak ilim sahibi olacağını vurgulamaktadır. Bediüzzaman’ın, hayatında ilkokula ve medreseye hiç gitmemiş, Arabî tahsil hiç görmemiş oldukları halde, sadece Risale-i Nurları okuyarak âlim olmuş talebeleri vardır. Siirt/Tillo’daki medreseye gittiğimizde orada on, on beş yıl kadar Arabiyat okumuş mollalar bize: “Risale-i Nur okuyup anlatın, açıklayın, biz anlayamıyoruz” demişlerdi. Risale-i Nurları anlamanın, Arabiyyat bilmekle pek ilgisi yoktur. Çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Risale-i Nur Şarkın ulûmundan gelmemiştir; müstakil, ayrı, ledünnî bir ilimdir. Kendisi okundukça parlar ve açılır. Bu gerçekten doğrudur. Yeni öğretim tekniklerinde, bilhassa yabancı dil öğretim setlerinde de, öğrenilen dil haricinde kelimeler ve anlamları kullanılmamakta ve yazılmamaktadır. Bir dil o dille öğrenilir. Çocuklar da dillerini öğrenirken kelimenin anlamına bakarak öğrenmiyor, tekrarla, uygulamalı öğreniyorlar. Bilimde de, anlam ortaya çıkmadığı zaman merak devreye girip istifham uyandığı için, bu istifhamla ayrı bir sözlükten bakarak öğrenmenin verimli ve etkili olduğu kabul ediliyor.

 

Gençlere: “Bir kitabı okurken, önce baştan sona, anlayamadığınız yerler olsa da, bir okuyup geçin; Sonra tekrar kitabın başına dönün, tekrar okuyun anladığınızı göreceksiniz” diyoruz. Gerçekten bunu deniyorlar doğru olduğunu kabul ediyorlar. “Bediüzzaman da Risalelerin sonuna lugatçe ve sayfa kenarlarına kelime anlamlarının yazılmasına izin vermemiştir.” * (Badıllı 2012: 69).

 

(Dipnot-1)

Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. (Bu günkü neslin  bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri Üstad’ımızın harikulade üslup ve belağatını ve hakikatleri ifade sadedinde  istimal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle) hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez  Üstad’ımızın sağlığında  bu hususlarda:

1- Ya sahife sonlarında bir not halinde veya satır içinde lügatların yanına parantez içerisinde  yazılıp yazılmıyacağına..

2-  Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen  müsaadelere  mübeccel  Üstad’ımız izin vermemiştir. Bir defasında şu mealde buyurmuşlardır: “Bu Risale-i Nuru tahriftir. Bir zaman bir …… yaptı çok zarar verdi. Biraz da okuyanlar zahmet çeksinler lügatlardan arayıp bulsunlar.

            Eğer (santral, eczahane, şimendifer) gibi lügatlar (Nuriyede) Arabi risalelerin içinde  ise, mezkûr vazifemize ve hakikate binaen yine değiştiremiyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer Arapçayı okuyacaklar yeni nesil ise, yirminci asrın mevki-i muallasından hitap eden mübelliğ-i umuminin, hâdi-i ekberin -kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı- mevzu-u bahis kaideler misillü lugatları  merak edip öğrenmek  şeref-i manevisine  yükselsinler.

Hamisen : Arabileri başında eğer başlıklar Türkçe ise, yine aynen Türkçe olarak kalsın. Madem Üstad’ımız o büyük eseri tekrar tekrar okumuş ve mecmua  haline getirmiş olduğu sıralarda aynen bırakmış, bizler de aynen bırakırız.                                                                 El-Baki Hüvelbaki  Hasta kardeşiniz

Zübeyir

 

 

Okumak ve okur yetişmek bilim işidir, sistemi ve metodu vardır. “Edebiyat Öğretimi, edebiyata ait eserlerin eğitim-öğretim boyutunu kapsar. Edebiyat eserinin nasıl öğretileceği hususu üzerinde durur. Okuma, Dinleme, Anlama ve Anlatma/İfade Etme unsurları çerçevesinde bilinçli bir

 

Okuma faaliyeti gerçekleştirmenin yöntem ve tekniklerini araştırır. Amacı eleştirel okumayı saptayıp okur yetiştirilmesine ortam hazırlar. Alımlama Estetiğinin ülkemizdeki temsilcisi olan Akşit Göktürk, okumanın üç anlam aşaması olduğunu belirtmiştir:

 

  1. Okur-Yazarlık Aşaması: En yalın şekli olan bireyin, kağıt üzerindeki birtakım işaretleri birbirine katarak, çatarak anlamlar çıkarabilmesi, kendi demek istediklerini de aynı işaretleri de aynı alfabe işaretleriyle kağıda dökebilmesidir. İleri ülkelerde bu aşama, çağdaşlığın olmazsa olmaz ön şartı olarak kabul edilmektedir.

 

  1. Okuma Alışkanlığını Kazanma Aşaması: Okuma sanatı, aynı zamanda bir olgunluğun kazanılmasıdır ve böylece birey, uygar dünyanın gündelik olaylarını, kültürel, politik, ekonomik gelişmelerini izleyebilir. Yeterli olgunluğun kazanılabilmesi için, temeli sağlam bir anadili öğrenimi çok gerekli olmaktadır. Okur-yazar birey, edebî dilin iletişim imkânlarını, bütün incelikleriyle tanıma becerisini elde eder ve metnin iletisine/mesajına vakıf olur. Böyle bir okumayı kazanan kişi, başkalarına bağımlı olmaksızın, kendi çabasıyla bilgi edinir, insanlara, dünyaya ve olaylara bakışını derinleştirir. İleri ülkelerin bireyleri, “sorumlu bir aydın olarak” gelişmiş bir okuma yetkinliğiyle, okumayı bir alışkanlık haline getirir…

 

  1. Bilinçli Okur Olma Aşaması: Okuma sürecinin en zor ve karmaşık aşamasıdır. Okuma sürecinin eleştirici ve irdeleyici olan, daha çok orta ve yükseköğrenimde kazanılan okuma alışkanlığının kişinin meslekî hayatında da bilinçli bir tavra dönüşmesidir. Aksi takdirde Göktürk’ün dediği gibi ‘okumayan sözde aydınlar’ yetişir.” (GENÇ 2008: 423-424)

 

Risale-i Nurda kullanılan dil, İslam kültürü ile Kur’an hükümleriyle, hadislerin mana ve muhtevasıyla, ayrıca Türk kültürüyle sıkı bağlantılıdır. Türkçe yaklaşık yetmiş küsur yıldır, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimeler, ıstılahlar, dini ibareler sökülüp atılmak suretiyle, fakirleştirilmiş ve yozlaştırılmıştır. Risale-i Nur’un, Türk diline yapmış olduğu hizmetlerde büyük ve bu konuda eşsiz bir eser olduğu kesin ve aşikârdır.

 

Risale-i Nur, Türkiye Türkçesiyle, diğer Türk Cumhuriyetlerinde konuşulan Türkçelerde ortak olarak bulunan ve “tutkal kelimeler” diyebileceğimiz, kültürümüzü koruyan, dilimizi ve bizi birbirine bağlayan kelimelerimizi içinde barındırdığı için de Türk diline hizmet etmektedir. Halk dilindeki tabirler ve kelimeler de Risalelerde bir hayli çoktur. Diğer Türk Cumhuriyetlerinden görüştüğümüz birçok kimseler Risale-i Nurları kolay anladıklarını mükerrer defalar dile getirmişlerdir.

 

Risale-i Nurun, ileride Türkçeyi ıslah etme ve düzeltmede önderlik görevi şöyle ifade edilmektedir:

 

“Her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.” (İbrahim Sûresi: 4) kavl-i şerifinin ima ve işaratından şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risale-i Nur, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına, yani yarın halis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret-i Kur’âniyedendir demiş olsam, hata etmemiş olurum zannederim.”(Emirdağ Lahikası-I: 99)

 

Yeni ders programlarında, eski programda yer alan Türk Dili ve Kompozisyon derslerinin adı değiştirilmiş, “Dil ve edebiyat öğretiminde XX. yüzyılda iletişim, dil bilim, anlam bilim ve yorumbilim alanlarında ulaşılan düşünce ve gerçekleştirilen çalışmalardan yararlanılarak; Türkçenin kullanımı esnasında kazandığı ve kazanabileceği her türlü değer ve özelliği öğrencilere beceri düzeyinde kazandırmak amacıyla, “Edebiyat Programı” yanında bir de “Dil ve Anlatım Programına” ihtiyaç duyulmuştur.

 

Dil ve Anlatım dersinde, Türkçenin gramerine ilişkin kuralları ezbere dayalı öğretme yerine, metinler içinde ifade zenginliğini kavratmak; okuma, dinleme, anlama ve anlatma faaliyetlerini uygulamalı olarak beceriye dönüştürmek söz konusudur. (GENÇ 2008: 449)

 

Risale-i Nur Külliyatının dil ve edebiyat özellikleri, sadece yukarıda saydıklarımızdan ibaret değildir. Dile getirdiğimiz bu özelliklerle birlikte burada daha sayamadığımız birçok özellikleri bünyesinde bulunduran, Türk ilim, din ve kültür tarihimizin, en değerli yere sahip temsilcilerinden olan Risale-i Nur Külliyatının,  üniversitelerimiz ve diğer okullarımızda, hatta sadece bizde değil, diğer Türk Cumhuriyetleri üniversite ve okullarında da Dil- Anlatım ve Edebiyat derslerinde, okuma, dinleme, anlama ve anlatma faaliyetlerinde uygulamalı ve metinler içinde ifade zenginliğini kavratmalı olarak incelemesi yapılmalıdır. Hatta bu konuda geç bile kalınmıştır.

 

Yazı konusunda da Risale-i Nur’un Eski yazıyı koruma, öğrenme ve öğretmede kesin hükmü vardır. Evet, Türkçeyi iyi ve doğru bilmek için Osmanlıca gerçekten çok gereklidir. Öncelikle, kütüphanelerin ve arşivlerin tozlu raflarında Osmanlıca binlerce kitap ve evrak incelenmeyi beklemektedir. İkincisi ise, ne yazık ki, bazı spikerler, öğretmenler, aydınlar, hatta devlet ve bilim adamları dahi, sosyal hayatta, okullarda ve televizyon kanallarında da şahit olduğumuz gibi, Türkçe birçok kelimeyi doğru telaffuz edememekte ve bozuk şekillerde kullanmaktadırlar. Bugün ilim âlemi kıstasına göre, yüz seneden öncesine gidemeyen, inceleme yapamayan “münevver, aydın” kabul edilmemektedir. Eğer Osmanlıca bilinirse, bütün bu hata ve zorluklar ortadan kalkacaktır. Çünkü Latin asıllı Türk alfabesinde karşılığı olmayan, fakat Türkçe kelimelerde var olan sesleri karşılayan harfler ve uzatmalar, Eski yazıda bulunduğu ve orada açık olarak görüldüğü için telaffuzlar da güzel ve doğru olmaktadır. Risale-i Nurların da, yeni yazı basımlarının bazı yerlerinde, bilhassa Farsça isim tamlamalarında, belki de telaffuzu kolay geldiği için, “-i, -ı” ekleri bazen yanlışlıkla “–u, -ü” şeklinde yazılmıştır. Osmanlıca Risalelerde bu durum söz konusu değildir. Hatalı telaffuzların ve kullanımların başka bir yazıyla düzeltilmesi mümkün değildir. Eski yazı konusunda Risale-i Nurların daha birçok yerinde: “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslam’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmektir.” (Emirdağ Lahikası-I: 81) “Hatt-ı Kur’an’ın tebdiline karşı, Kur’an şakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’aniyi Muhafazaya çalışması” (Mektubat: 278) şeklinde uyarı ve kurallar vardır.

 

Edebiyat konusuna gelince, Edebiyat, Arapça “e-d-b” kökünden türetilmiştir. Edeb kelimesi, “güzel ahlak, söz ve yazı bakımından yanlışa düşmekten sakınıp korunmağa yarayan ilim” demektir. Geniş anlamıyla, bir milletin kültürel nitelikteki bütün yazılı eserleri için kullanılmıştır.

 

“Belâğat, Batıdaki “Retorik” karşılığı bir terim olarak, “her şeyden önce meânî, beyan, bedî ve tevâbi’ini içine alan bir ilmin adıdır. Aynı zamanda da sözün veya yazının açık, yerinde ve sanatlı olmasının yollarını gösteren söz ilmi ve sanatıdır. “Belâgatın üç alt ilmi vardır:

 

İlm-i Meânî: Belâgatta, “fasih olmak kaydıyla kelâmın muktezâ-yı hâle ve mekâna” uygunluğunu sağlama olup kelime ve cümlelerle, anlatım arasındaki ilişkileri öğreten alt bilimdir. Dilin ve ifadenin imkânlarını incelemesi, sözün yerinde ve duruma göre kullanılması için uğratılacağı değişiklikler bu ilme konu olmuştur… Meânî, mananın görevi karşısında, ifadenin şekillendirilmesi olduğu için, doğrudan doğruya üslûb (stylistique) ile ilgili olmaktadır.

 

İlm-i Beyân: Sözü en açık şekilde söyleme ilmi olup mecazları, mecazlı anlatım yollarını kapsar ve öğretir. Başka bir tanıma göre: “lâfzın (gösteren), manaya (gösterilen) delaletinde (anlamlandırma) vuzûha (açıklık) kavuşabilmek için gereken melekeyi (yetenek) kazandıran ve bununla ilgili kaidelerin bütününü içine alan bir ilimdir.” Beyan ilminin konuları: Hakikat, Mecaz (Trope) ve Kinâyedir.

 

İlm-i Bedi’: Sözü süslemek için kullanılan mecaz dışı sanatları bildiren söz ilmidir. İfadeyi süsleme ve güzelleştirme tabiî dilden sapmayı gerektirir. İfade edilmek istenen kavram veya anlam, söz sanatları vasıtasıyla zihinde etki bırakır; bu husus da edebiyatın sanat boyutunu gösterir… (GENÇ 2008: 415-416-417).

 

“Eskiden beri, lafız ve mana, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kâfiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de, kendini, en çok şürde gösterir. Diğer zümre ise, en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.

 

Artık, Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zîra Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir…

 

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefî mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.

 

İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.” (Tarihçe-i Hayat; 19-20).

 

Risale-i Nurlar, belâgatın, edebiyatın en parlak birinci ilim olduğunu ve insanlığın son zamanlarda ilim ve fenlere yöneleceğini şöyle ifade etmektedir: “Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir. Hem o Kur’ân-ı Mu’ciz-il Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: ‘Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâgat ve cezâlet’, bütün envâıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belâgat-ı edâdan alacaktır.” (Sözler: 264).

 

Sözünü ettiğimiz bu bilgi ve kaidelerden de anlaşıldığı gibi, Risale-i Nurlarda konuya ve makamın mâhiyetine uygun bir dil kullanılmıştır, yani belâgat vardır. Belâgat çoğu zaman zannedildiği gibi, Arapça, Farsça kelimeler veya anlaşılmaz ibareler kullanmak ve çok mücerret teşbihler yapmak demek değildir. Risale-i Nurda belagata çok yerde rastlanılmaktadır. Hatta müellifin Muhakemat isimli eserinde “İkinci Makale” belağat hakkındadır. Orada belağatın özellikleri, belağatın vasıfları, çeşitli Arapça eserlerden misaller verilerek anlatılmaktadır. Özellikle de Arapların arasına giren başta Acemler olmak üzere diğer milletlerin, asıl belâgatın özelliğini bozduklarını, belâgatın sözün anlama hizmet etmesi kuralından, düşüncenin tabii akışı olan anlam nazmından ve tertibinden uzaklaşarak belâgat zevkini, söz dizilişine çevirdiklerini dile getirmektedir.  Şöyle ki:

“Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın câzibesiyle A’cam, Araplara muhtelit olduklarından, kelâm-ı Mudarî’nin*

 

(Dipnot- 2) 2Kelâm-ı Mudari: Arap kabilelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur’ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça’dır.)

 

melekesi denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; öyle de, Acemlerin ve acemîlerin belâgât-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâğatı nazm-ı lâfza çevirmişlerdir… Bu sırra binaen, cereyan-ı efkâra mecrâ ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lâfız; mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek belâğatı müşevveş etmiştir. Zira acemîler su-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lâfzın tertip ve tahsinine ve maâni-i lüğaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecrâ olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha mûnis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestâne nümayişlere daha müstait bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir. Yani, ne kadar bir mesafe kat ederse, önlerine çok muşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânide olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz mânâya galebe etmekle istihdam ederek, “lafız, mânâya hizmet etmek” olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lâfızperest mutasallıfların san’atına kadar, yok, belki tasannularına, uzun bir mesafe girmiştir. (Muhakemat: 86-87-88).

 

“Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tâbir-i diğerle beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise, hariciyatın nevâmisi ve mekayisini temessül etmektir. Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek ayna gibi hariçten in’ikâs eden hakikatin şualarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklit ve muhâkât eder.” (Muhakemat: 102).

Bediüzzaman Said-i Nursî, Manzum Nesir ya da Serbest Şiir diyebileceğimiz “Lemeat” risalesinin başındaki “İhtar” bölümünde. “…Ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Sâfiyeyi kafiyeye feda etmek*

(Dipnot-3) 3 Eskiden şairin biri bir şiir yazmış ama bir türlü mısraın sonuna yazdığı “kafiye” kelimesine, bir sonraki mısrada kafiye olacak bir kelime bulamamış. Karısının adı da Safiye’ymiş. Aklına sadece “tallaktu Safiye/Safiyeyi boşadım” cümlesi geliyormuş ve şiiri böyle tamamlarsa karısını boşamak zorunda kalıyormuş. Önce karar verememiş ama edebiyatta şekilcilik hırsıyla mecbur kalıp “tallaktu safıye” diyerek karısını boşayıp şiiri de bitirmiş.)

 

tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim. Evvela: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum. Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuarâya tenkidimi göstermek istedim… Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat’iyyen tekellüf yapmadım… Külah püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur; nazım da kaidesiz olur. Zannımca lâfz ve nazım, sanatça câzibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.” (Sözler: 693)

 

Ayrıca: “Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik, üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.” (Muhakemat: 88) ifadeleriyle, belâgatın özellik ve kurallarından taviz vermediğini, birinci derecede anlamın geldiğini, şekil için anlamın feda edilemeyeceğini vurgulamıştır.

 

Risale-i Nurlarda, az önce sözü geçen üslûp yer yer farklıdır; bazen çok sade bir dil, bazen de çok ağır, muğlak, ıstılahlarla dolu ifadeler kullanılmıştır. Üslûp: “ Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemali ve sureti, üslûp iledir. Yani, kalıb-ı kelâm iledir… Üslûptan muradım, kelâmın kalıbıdır ve suretidir…”. (Muhakemat: 90) diye tanımlanmaktadır.

 

Üslûp konusunda: “… Her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi ve giydirmektir. Zira üslûbun esasları üçtür:

 

Birincisi: Üslûb-u mücerrettir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddîn-i Tûsî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi.

 

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in Delâilü’l-İ’câz ve Esrarü’l-Belâga’sındaki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi.

 

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkâkî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi. Veyahut şu kitabın mealindeki Arabiyyü’l-ibare, lâsiyyema Makale-i Sâlisedeki müşevveş, fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti, şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın tesiri cüz’îdir.

 

Elhasıl: Eğer ilâhiyat ve usulün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir. Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, ziynet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni, elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.

 

Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen, vefa ve ihtisar ve selâmet ve selâset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemal-i zatiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.

 

“Söylenene bak, söyleyene bakma” söylenilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.” (Muhakemat: 109, 111) bilgileri de verilmektedir.

 

Belirttiğimiz bu konular önceki eski eserlerde de Risale-i Nurlara yakın görüş ve özelliklerle işlenmiştir. Bu eserlerdeki görüş ayrılıklarını Risale-i Nur düzeltmiştir. 19. yüzyıl bilim ve devlet adamlarımızdan olan Kırım kökenli Sivas’lı Mehmed Nüzhet Efendi, “Muğni’l- Küttâb” isimli edebiyat kaideleri eserinde, bilim adamlarının bir kısmının inşâyı, bağımsız bir bilim saymayarak maânî, beyân ve bedi’ ilimlerinden meydana gelen nesir meyvesi olarak değerlendirdiklerini, bazı bilim adamlarının da inşâya, şiir gibi başlıbaşına belâgat ilimlerinden biridir dediklerini, belâgatın, sözün düzgün, kusursuz, yerine ve adamına göre söylenmesini öğreten, Arapça bir sözün geregine uygun durumunu bildiren, lûgat ve sentaks meseleleriyle sözün maksada uygunluğundan bahseden, sözün gereken duruma uyarak amaç olan anlamı açıkça göstermesinden sonra, o sözde bulunması gereken güzellik ve estetiğin yönlerini belirleyen, cümle ve anlam bakımından daha da güzelleştirilmesinin usûl ve kaidelerinden, edebî sanatlarından bahseden ilim olduğunu belirtmiştir.

Ayrıca eserde, “İnşâ ilmi, şiirin karşılığı olan nesirdir” denilerek Arap edebiyatını tanıtan kitaplarda, İnşânın, adı geçen bu üç ilim olan Maânî, Beyân, Bedî’ çerçevesinde değerlendirilmekte olduğu ve ayrı bir ilim olarak gösterilmediği vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, büyük ediplerin edebî ilimlerde mükemmel dereceye ulaştıktan sonra, hitaplar, yazışmalar, eserler ve telif ettikleri inşalarda, kendilerine özgü tarz ile söyledikleri ve ediplerin gönüllerini coşturan renkli sözler ve sanatları, sözü geçen üç ilim çerçevesinde sundukları ifade edilmektedir. Bu yolla duygu ve düşüncelerini kemal ve mârifet sahiplerine duyurmak ve bağımsız, ayrı bir ilim özelliği kazandırmak için inşâ ilmini kurmuş oldukları da belirtilmektedir.* (Mehmet Nüzhet: 68-70).

 

(Dipnot-4) 4 “Usûl-i İnşâ ve Kitâbet

 

Ulemâ-yı kirâmdan ba’zıları inşâyı müstakill bir fen i’tibâr itmeyüp ma’ânį ve beyân ve bedį’ fennlerinin şâmil oldıġı mesâil-i mebsûŧanın hadâik-ı müeddâ ve mezâyâ-yı hâsılasından ashāb-ı fazl ve belâġatın benân-hâme-i fesâhatla iktitâf iderek nihâde-i hân-vâde-i ibdâ’ ve ihtirâ eyledikleri semerât-ı mensûreden ibâāret oldığını beyân buyurmışlar ve ba’zıları dahi yine ulûm-ı mezkûreden münşeab olmak üzere inşâyı başkaca bir fenn i’tibâr ile şi’r gibi ulûm-ı edebiyyeden birisidir deyu buna dâir müstakill kitâblar te’lįf e tedvin ve makâsıd ve mebâdisini uzun uzadıya tarif ve tebyin eylemişlerdir.

 ….fuzalâ-yı Arab ve Acemden fünûn-ı edebiyyede vâsıl-ı derece-i kemâl ve zamânlarının mülûk ve ekâbiri nezdinde ihrâz-ı derecât-ı âliyye ile vâkıf-ı serâyir-i umûr ve merci-i mesâlih-i cumhûr olmalarıyla murabba-nişin-i sadr-ı divân-ı ikbâl ve iclâl olmış olan zevât-ı fezâil-semâtın nev-bâve-i ravza-i karîha ve şükûfe-i gül-zârı yurâa-i subhiyyeleri olan hutab ve mürâselât ve âsâr ve müellefât-ı münşiyânede derc-i sahâif-i berâat ve keşîde-i sümut-ı belâğat eyledikleri ibârât-ı râika ve tabirât-ı fâika ki istiârât-ı latîfe-i dil-ârâmı nigâh-ı nâz-âlûde-i hûbândan istiâre olınmış özge bir şîve-i şûh-edâ ve kinâyât ve nikât-ı dakîka-i süveydâ makâmı letâfet-i hatt-ı ruh-ı âl-i mahbûbândan iktibâs idilmiş revnak ve tarâvetle vecd-âver kulûb-ı üdebâ oldıġından işbu meslek hâsü’l-hâs sühan-perver-âneyi yeniden küşâd ve kuvve-i feyyâza-i tab-ı sihr-i âferînlerinden istimdâd ile hüsn-i insicâm ve intizâm cihetinden revnak-şiken akd-i pervîn-i vasiyyet ve iştihâr-ı ālem-pesend-ânesi resîde-i sipihr-i berrîn olan âsâr-ı belîğ-ânelerinin hâiz oldıġı kuvvet ve metânet ulûm-ı selâse-i mezkûre esâsı üzerine vaz’ olındıkdan sonra daha nice niçe ulûm-ı hikemiyye ve fünûn-ı edebiyye ile tersîn ve tezyîn ve müellifât-ı makbûleleri ne yolda tedvîn olınmış oldıġı ashâb-ı maârif ve kemâle tuyurmak ve ihtirâât-ı bedîalarını kavâid ve zavâbit-i mahsûsaya rabt ile buna sahîhan şâyân oldıġı vechle bir fenn-i müstakill haysiyyetini kazandırmak içün fenn-i inşâyı îcâd eylemişler”(Muğni’l- Küttâb; 68-70).

 

 

Bunlardan başka eserde bilim adamlarının, edebî ilimleri on iki gruba ayırdıklarını ve hepsine birden edebî ilimler ismini vermiş olduklarını belirtmistir. Bu on iki grubun: 1. Lugat, 2. İlmü’l-iştikak, 3. İlmü’n-nahv, 4. İlmü’l-aruz, 5. İlmü’l-kavâfî, 6. İlmü’l-maânî, 7. İlmü’l-beyân, 8. İlmü’t-tarih, 9. İlmü’l-inşâ, 10. İlmü’s-sarf, 11. İlmü’l-hatt ve 12. İlmü’l-karzu’ş-şi’r olduğunu ifade etmiştir.

 

Anlamın gücünü, sadece alışılmış kelimelerin kullanılmasına bağlamanın yetmeyeceğine, bunun yanında fesâhat ve belâgat kurallarına da uymanın gerektiğine dikkat çekilmiştir.

 

Ayrıca, Fesâhat: Bir sözü açık, doğru, kaideye uygun, fazlalık ve eksiklikden uzak olarak söylemektir. Kelimede fesahat, nefret uyandıran, garip seslerden ve harflerden kaçınmaktır; sözde fesâhat, sözün söyleyiş zayıflığından ve nefret uyandırmaktan uzak olmasıdır; söyleyende fesâhat da meramını fasih kelimelerle anlatmaya muktedir olma alışkanlığıdır.

 

Belâgat: Meramın güzel bir şekilde, düzgün, kusursuz, fasih, yerinde ve adamına göre ifadesi, söyleyenin de beliğ bir sözü ifade etme gücüne sahip olmasıdır diye tanımlanmıştır.

 

“Edebiyatın işlevi (fonksiyonu), Eflatun ve Aristo’dan beri onun kullanım alanıyla ilgili olarak tartışılmıştır. Her nesnenin bir işe yaraması, fayda işleviyle ilgilidir. Edebiyatın şu fonksiyonları onun çok yönlü oluşunu gösterir:

 

Edebiyat eskiden kalma bir “şey” değil, bir sürekliliktir. Bir çeşit bilgidir. Bu bilgi eser yoluyla iletilen gerçeğe ilişkin bir bilgidir. Tiplerle ya da özel şeylerle ilgilenir. İnsan psikolojisi bilgisi verir. Fen bilimlerinin gelişmemiş olduğu zamanlarda bazı hakikatleri edebiyat keşfetmiştir. Şiir, felsefe (fen bilimleri, bilgi, akıl, sağduyu) kadar ciddi ve önemlidir, aynı zamanda hakikate denk bir özellik taşır. Edebiyatın önemli bir işlevi, Aristo’nun kullandığı bir terim olan “catharsis” yani insan ruhundaki gerilimleri boşaltma, ferahlatma veya temizlemedir. Edebiyat, başkaldırıcı ve özgürleştiricidir. Edebiyat bir toplumun gelişmesinde ışıklı bir yoldur, ışıktır. Toplum düzenini, sağlam ilkelerle bütünleştirir. İnsanları doğruya, güzele ve iyiye sevk eden kuvvettir.” (GENÇ 2008: 29-34).

 

Risale-i Nur’da bu fonksiyonlar tamamen mevcuttur. Bir ilim ve Kur’an tefsiri olduğu için süreklidir. İnsan psikolojisi bilgisi vermektedir. Hakikata denk hatta hakikatın kendisi olan bir özellik taşımaktadır. İnsan ruhundaki gerilimleri boşalttığı, ferahlattığı ve temizlediği birçok kişinin itirafıyla sabittir. “…Risale-i nur’u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok faidelerinden, Risale-i Nur’da beyan edilen ve şakirdlerinin tecrübeleriyle tasdik edilen yalnız birkaç tanesini beyan ediyoruz… 1- Rızıkta bereket, 2- Kalbde rahat ve sürur, 3- Maişette sühulet, 4- İşlerinde muvaffakiyet, 5- Talebelik faziletini almakla bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır.” (Emirdağ Lâhikası-I: 190-191). Özgürleştiricidir, Bediüzzaman ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam” der, okuyanlar da bu aynı duyguyu hissederler. Toplum düzenini bütünleştirdiği ve insanları güzele, iyiye sevk ettiği resmi ve resmi olmayan kişiler tarafından çokça söz edilmiş ve kabul edilmiştir.

 

Risale-i Nur’da Edebî San’atlar çok sayıda mevcuttur.[1] Burada örnek teşkil eden birkaç edebî sanattan söz edebiliriz. Risale-i Nur’lar öz metinler halindedir ve bu metinler çok ilmî, mu’cez, çok az cümle içerisinde çok şey ifade edilmiş şekildedir. Yani kısa bir metin içerisinde çok şeyler anlatılmış ve derin, ilmî ve ifadesi zor olan hakikatler çok kolay bir şekilde söylenmiştir. Bu özellikler edebiyatta “îcaz” ve “sehl-i mümteni” sanatlarıdır.

 

Meselâ “Tâlikat” isimli mantıkla ilgili kitap, “Kızıl İ’caz” isimli yine mantıkla ilgili diğer bir kitap da çok kısa ve çok öz yazılmıştır. Ayrıca bunun gibi Yirmialtıncı Söz (Kader Risalesi) de, ancak müdakkik âlimlere ve bu konuda temel İslâmî bilgileri olan kimselere hitab eden, çok kısa ve öz bir eserdir.

 

Risale-i Nur’da bazen hem ilmî ifadeler, hem de basit ifadeler yan yana gelmiştir. Buna, Otuzuncu Lem’anın çeşitli risaleleri misal olarak verilebilir.

 

“Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de “hitabet” san’atına yer vermesidir. Bilindiği gibi, hitabet de, belağat gibi bir dilin kullanış sahası ve özelliklerinden biridir ve edebiyatta bir san’attır. Retorik dediğimiz beyan veya hitabet, edebiyatın bir bölümüdür. Risale-i Nur’un bazı kısımları hitabet diliyledir. (Önce İstanbul’da bilahare Selanik’te yapılan konuşma (Hürriyete Hitap) güzel bir hitabet misalidir. ( Badıllı 1991: 165). İstanbul’da Harbiye Nezareti bahçesinde Bediüzzaman’ın askerlere yaptığı iki konuşma da (1-Kahraman askerlerimize, 2- Asakire hitap) birer hitabet sanatı örneğidirler. (Badıllı 1991: 247-248; Divan-ı Harbi Örfi: 10. Cinayet). Yine 31 Mart vesilesiyle müellifin askerlere beyanı da bir hitabet sanatı örneğidir. ( Divan-ı Harbi Örfi: 2.cinayet, 9.cinayet).

 

Üçüncü Şuâ (Münâcât) risalesi hitabet sanatının en bâriz, en büyük ve en uzun, şahane bir örneğidir. Cenab-ı Hak’ka hitap eden, mahlûkattaki müşahadeleri belirten bir hitabettir.

 

“Münazara” konusunda da Risalelerde usûl ve prensipler vaz’edilmiştir. “Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın uleması mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur. İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar. (Lem’alar: 158)

 

Risale-i Nur’a göre asıl edebiyat Kur’an edebiyatıdır, Arap edebiyatıdır. Avrupa edebiyatı ve felsefesi değildir. “Âyâtın delail-i î’câzının miftahı ve esrar-ı belâğatının keşşâfı yalnız belâğat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.” (Muhakemat: 96). Ancak Arap edebiyatı ayetlerin i’caz delillerini ve edebiyat sırlarını açıklayabilir. Avrupa edebiyatında “Aristo, kurmacayı (fiction) edebî metin kabul ederken, bir kısım da kurmacayı başlı başına metnin edebîliğini sağlayan özellik saymamaktadır. Çünkü gerçeği birebir yansıtan eserlerin edebîliği de söz konusudur. Aristo’dan itibaren Batıda Retorik ve bizde Belâğat ilimleri her zaman edebiyatın nasıl olması lâzım geldiğini kurallaştırmışlardır. Bu çerçevede kurmaca metinler hakkında dört görüş her zaman tartışılmıştır: a. Eflatun’un deyimiyle kurmaca, yalan ve uydurmacadır, gerçek hayatı (ideaları) karşılamaz, b. Klâsiklere göre, kurmaca, tam bir kopyalama olmalıdır, c. Rönesansçılara göre faydalı ve işlevsel olmalıdır, d. Aristo’nun Poetika’sında belirttiği üzere kurmaca, edebiyatın asıl unsurudur.” (GENÇ 2008: 40-41). Görüldüğü gibi bu durumda gerçekten Avrupa edebiyatı genelde yalancı ve utanmazdır.

 

“Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr

De’b-i edeb-i ebed-müddet-i Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr.

 

(Batının dehalı, heves ve nefse bağlı olan edebiyatının eli, Kur’an’ın istikamette, şifalı ve nurlu olan edebî usûl ve tarzına ebediyyen ulaşamaz, yetişemez).

 

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz. Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez. Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez. Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz. Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz. Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez.

 

Kur’ân’daki edebse, hevâyı karıştırmaz. Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz. Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz. Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez. Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.” Fakat “Huz mâ safâ da’ mâ keder” yani, her şeyin iyi yönünü al, kötü tarafını at prensibiyle Bediüzzaman da Avrupanın kötü edebiyatı, roman ve tiyatrosuna karşı çıkarken, makale gibi faydalı olan nesirlerini de kabul etmiştir.” (Sözler: 736-737-738).

 

Sonuç olarak yukarıda da dile getirdiğimiz gibi üniversitelerimizde verilecek olan dil ve edebiyat dersleri, asılla bağı kopmamış ilmî verimlilik için, belâgatın üç alt ilmi olan meânî, beyân ve bedi’ şubeleriyle verilmelidir.

 

Lâfızperestlik, suretperestlik, üslûpperestlik, teşbihperestlik, hayalperestlik ve kafiyeperestlik, kısacası şekilcilik mânâyı kendine feda eden bir hastalık ve cesedi elbiseye göre yontup rendelemek olduğu için, edebiyat derslerinde şekil, vezin ve kafiyeye gereğinden fazla önem verilmemeli, anlam söze feda edilmeyip öne alınmalıdır.

 

Üslûp konusunun önemi göz önünde bulundurularak üslûp,  mücerret, müzeyyen ve âlî olan üç yönüyle, ayrıca edebi ilimler de on iki grupta: lugat, iştikak, nahv, aruz, kavâfî, maânî, beyân, tarih, inşâ, sarf, hat ve karzu’ş-şi’r olarak işlenmelidir.

 

Anlamın gücünü sağlamak için, sadece kelimelerin kullanılmasıyla yetinilmeyip bunun yanında fesâhat ve belâgat kurallarına da uymanın gerektiğine dikkat çekilmeli ve uygulanmalıdır.

 

Edebi sanatlar konusunda Risale-i Nur’da çok sayıda mevcut olan edebî san’atlardan faydalanılmalı ve örneklendirilmelidir.

 

Edebiyat dersleriyle birlikte, sosyoloji, felsefe ve tarih derslerinde, bitirme, yüksek lisans ve doktora tez konuları Risale-i Nurlar’dan da verilmelidir.

 

Dil ve Anlatım derslerinde Türkçe gramere ilişkin kuralları ezbere dayalı öğretme yerine, metinler içinde ifade zenginliğini kavratmak; okuma, dinleme, anlama ve anlatma faaliyetlerini uygulamalı olarak beceriye dönüştürmek söz konusu olmalıdır.

 

Büyük tahribat geçirerek bozulan bugünkü Türkçemiz, en mükemmel örnek, ölçü ve kalıp özelliğine sahip hakiki ve halis Türkçe olan Risale-i Nurlara göre derlenerek düzeltilmelidir.

 

Türk ilim, din ve kültür tarihimizde, yüksek değere sahip temsilcilerin en önemlilerinden olan Risale-i Nurlar’ın,  üniversitelerimiz ve diğer okullarımızda, hatta sadece bizde değil, diğer Türk Cumhuriyetleri üniversite ve okullarında da Dil- Anlatım ve Edebiyat derslerinde, okuma, dinleme, anlama ve anlatma faaliyetlerinde “uygulamalı” ve “metinler içinde ifade zenginliği kavratmalı” olarak incelemesi yapılmalıdır. Bu konuda geç bile kalınmıştır.

KAYNAKÇA

Banarlı, Nihad Sami, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1977.

Badıllı, Dr. Abdülkadir, Hayat-ı Nuriyem, 2012.

Badıllı, Dr. Abdülkadir, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Istanbul 1991.

Bediüzzaman Said-i Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat, Sözler 1996, Lem’alar 1990, Mektubat 1986, Tarihçe-i Hayat 1987, Emirdağ Lâhikası 1989, Münazarat 2004, Muhakemat 1995, Divan-ı Harb-i Örfî 2004.

Genç, Prof. Dr. İlhan, Edebiyat Bilimi, İzmir 2008.

Bilmen, Ömer Nasûhî, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yayınevi, İstanbul 1966.

Mehmed Nüzhet Efendi, Muğni’l- Küttâb, Süleymaniye Kütüphanesi, Kadı Burhaneddin Bölümü, yıl 1286, Demirbaş No: 113.

Yeğin, Abdullah vd., Ansiklopedik Lûgat, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat, İstanbul 1985.

http://tr-tr.facebook.com/notes/k%C3%BCrdoloji-kurdology comment_id=1830225.

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )