Nurdan Haber

Risale-i Nur’a Tenkit Geldiğinde Çok İnciniyordum – 2. Bölüm

Risale-i Nur’a Tenkit Geldiğinde Çok İnciniyordum – 2. Bölüm
Abdurrahman İraz( iraz@nurdanhaber.com )
29 Aralık 2020 - 6:00

Risale-i Nur’a Tenkit Geldiğinde Çok İnciniyorum – 2. Bölüm

 2. Bölüm

Siz ne fen okullarında ne de eski usul medreselerde herhangi bir şekilde ders almamışsınız değil mi?

 

Evet, doğrudur.

 

Oysa odanıza baktığımız zaman görüntüsü dahi çok ağır olan binlerce kitap var. Eğitim almamış olmanıza rağmen yıllardır süregelen araştırmalarınız ve çalışmalarınız var. Yayınlanmış çok değerli eserleriniz var. Hatırı sayılır da bir yaşınız var doğum tarihinize göre hesapladığımızda Maşallah 73 yaşı devirmiş görünüyorsunuz. İnşallah çok daha uzun ömürler yaşarsınız. Bunu biz kendimiz için istiyoruz. Sizin gibi değerli ağabeylerden genç nesillerin istifade etmesi için. Sormak istediğim şudur. Bu yaşınıza rağmen hala çok sıkı çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu enerjiyi nereden alıyorsunuz? Ve neden bu kadar çaba gösteriyorsunuz? Sürekli oku, yaz, araştırır. İnsan bir yerde “yeter artık” der ama siz aksine artan bir tempoda devam ediyorsunuz. Bu enerjiyi nereden alıyorsunuz ve niçin yapıyorsunuz?

 

Doğru söylüyorsunuz hakkınız var, yani “başkaları varken, bu kadar akıllı ve okumuş insanlar varken sen neden yapıyorsun?” diyorsunuz.

 

Yok estağfurullah sanırım yanlış sordum düzeltiyorum. Yani şunu demek istiyorum herkes gibi keyfinize bakmak varken bu denli koşuşturma neden? Geçen gün İstanbul’dan sizi aradım randevu istedim siz dediniz ki, “ben çok çok yoğunum, evraklar içerisinde kalmışım her tarafım evrakla dolu, benim sizinle konuşacak vaktim yok” dediniz. Onun için söylüyorum. Bu yaşta zamanınızın çoğunu istirahatla geçirmeniz gerekirken sürekli çalışıyorsunuz. Sanırım bu çalışmalarınızın size maddi bir getirisi de olmuyor. Sürekli yeni eserler üretiyorsunuz. Neden bu kadar gayret onu ifade etmek istedim?

 

Haklısınız çok çalışıyorum. Niçinini anlatmak için bir misal vermek istiyorum. 1970’lerde bir kısım İlahiyatçılardan şöyle bir söylenti duyuyorduk. Güya Risale-i Nurdaki bazı hadisler mevzu hadislermiş veya zayıf hadisler olduğunu söylüyorlardı. Ben vicdanen bu taarruzlardan çok üzülmüştüm, bana çok ağır geliyordu. Risale-i Nur mesleğine herhangi bir tenkit, bir itiraz geldiği zaman ben çok etkileniyordum, çok inciniyordum. O nedenle çok hocalarla konuştum, hatta Fethullah Gülen hocaya da söyledim. “Bu konuyu ele alıp hakikatini ortaya koyun, herkes uluorta böyle konuşmasın” dedim. Bunlara cevap verilmeyince bir nevi tasdik ediliyor, kabulleniliyor gibi bir durum ortaya çıkıyor.

 

Çok üzülüyordum kafamda hep bu konular vardı. Ben bu halet-i ruhiye içindeyken 1973’te Beyrut’ta birkaç risale Arapça’ya tercüme edilmiş, bazıları zaten Arapça yazıldığı için aynen bastırıyoruz. Darul Arabi diye İhvan-ı Müsliminden tanıdığımız bir zat onun eliyle aracılığı ile bastırıyoruz.

 

Bir gün bir zat geldi. Sarıklı, cübbeli, sakallı güzel genç bir insan. Orada duran bir risaleyi eline aldı. Tahmin ediyorum ki, Hutbe-i Şamiye idi. Biraz okuduktan sonra içindeki bir hadis için “bu mevzudur” dedi. Yayınevi sahibi döndü bana “ne dersin bu hadis mevzudur diyor. Sen buna ne diyeceksin?” dedi. Benim o anda arkam dönüktü o adama hiç dönmeden cevap verdim. Dedim “mevzuluk onun kafasındadır.” Baktım adam bana döndü ve “ne demek istiyorsun?” dedi.

 

 

“KUDSİ KAYNAKLAR” ADLI KİTABIN HİKAYESİ

 

Dedim “demek istediğim şu Bediüzzaman gibi dahi-i azam dese ki ‘bu hadistir’ bir başkası kalksa dese ‘bu mevzudur’ o zaman o mevzuluk onun kafasında olur.” Muhatabım Arap olduğu için Arapça konuşuyoruz. Bunun üzerine bana dedi “senin bu cevabın uygun değil, bana öyle değil şöyle cevap verecektin, diyecektin ki, ‘şu hadis filan, filan, filan kitaplarda var’ yerini gösterecektiniz, o zaman o cevap daha güzel olurdu.” Bu söz bana orada çok tesir etti, daha önce bir çok kişiye söylediğim halde netice de alamamıştım.

 

O günden itibaren başladım tefsir kitapları toplamaya, Beyrut’ta bulduğum kadar topladım, Mısır’a gittim, Türkiye’de araştırdım, Hicaz’a, Pakistan’a, İran’a vs. gittim, nerede bir hadis kitabı bulsam alıyordum, hala da bulsam alıyorum. O kitapları topladım 1987’de çalışmaya başladım, evvela Risale-i Nur’un içindeki hadisleri topladım. Ondan sonra teker teker bu kitaplara baktım ve karşılaştırdım “bu hadis mi değil mi” diye. Hepsini tespit ettim, her hadisin hangi kitaplarda olduğunu bulup çıkardım. İşte “Kudsi Kaynaklar” adı altında bir kitap halinde yayınladım. Elhamdülillah. Gerçi benim çalışmam ilim adamlarının yaptığı gibi bir çalışma değil tahrici ile senedi ile değil, sadece hangi imamlar buna hadis diyor, onları topladım. Allah şükür Nur Talebelerinin eline güzel bir çalışma olarak takdim etmiş olduk.

 

Hulasa Mufassal Tarihçe-i Hayat olsun, diğer yazdığım kitaplar olsun, her birini bunun gibi bir sebebe binaen yazdım. Mesela Mesnevi-i Nuriye’yi baktım aslı çok büyük, Abdülmecit Efendinin yaptığı ise çok az, üçte biri kadar. Dedim “neden bunun Türkçesi olmasın ve Nur Talebeleri ondan istifade etmesin?” Kimse yapmıyor, ben de bildiğim kadarıyla tercüme ettim, hocalara da okuttum, tabii bu bir tercümedir, hem de ilk tercüme, yanlış olmaz diye bir şey yok, olur mutlaka herkesin yanlışları hataları olabilir. Elhamdülillah, işte şimdi Ümit Şimşek de yapmış, biz yaptık diye bu kapı kapanmadı elbette herkes yapacaktır.

 

Yapılanlar içinde kimin üslubu Üstada daha uygunsa bence güzel olan odur. Yanlış tercüme etmemişse, Üstadın ne murat ettiğini iyi anlamış ve tercüme etmişse en güzeli odur.

 

Hulasa beni bu çalışmaya iten en önemli neden işte budur. Üstadın meslek ve meşrebine ait veya yazdıklarına dair bir itiraz bir tenkit olduğu zaman çok inciniyorum, çok üzülüyorum ve tahammül edemiyorum, mutlaka ona cevap vermem lazım.  Cevap verebilmek için de doğrusunu bilmek gerekiyor. O nedenle böyle sürekli çalışıyorum.

 

RİSALE-İ NUR KUR’AN’DAN VE HADİSTEN SONRA EN BÜYÜK BİR ESERDİR

 

Demek ki, bu gücü ve enerjiyi davaya olan sadakat ve hamiyetten alıyorsunuz?

 

İnşallah dediğiniz gibidir. İnsan Risale-i Nurları kendi malı gibi, kendi telif etmiş gibi hissetmelidir. Bizimki fıtri bir gelişmedir. Madem Üstad bütün hayatını bu eserlerin telifine vermiş, yani isteseydi daha değişik şeyler yazabilirdi, ama yapmamış bunu yazmış. Demek ki, bu eserler çok mühim, içindeki hakikatler çok önemli, mühim bir hadise en azından ben öyle inanıyorum, öyle iman ediyorum. Risale-i Nur Kur’an’dan ve Hadisten sonra bana göre en büyük bir eserdir. En muazzam ve en kudsi bir eserdir. O nedenle ona gelen her türlü saldırı bana yapılmış gibi hissediyorum ve duramıyorum, önümde yapacağım daha çok iş var.

 

Burada yeri gelmişken bir sorayım Mesnevi-i Nuriye’nin aslının kalın olması, Abdülmecid Abinin tercümesinin ise gayet kısa oluşu yeni tercümeleri gerektirdi, sizin ve Ümit beyin tercümesini netice verdi. Yaptığınız tercüme birebir Arapça’dan Türkçeyedir değil mi?

 

Evet, haklısınız öyledir.

 

Arapçasında olmayıp da Abdülmecit abinin tercümesinde yer alan metinler olduğu söyleniyor. Bu bölümler karşılaştırıldığında görülüyor zaten, Abdülmecit abinin kendi tasarrufu mudur, yoksa tercümeden sonra Üstada ait bir tasarruf mudur?

 

Ben bu konuda şunları söyleyebilirim. Üstad Abdülmecit abinin abisidir, o nedenle bu konuda kendisini yetkili hissetmiştir. O nedenle kitabına baktığımızda şunu görüyoruz. Cümle cümle kelime kelime tercüme değildir. Okumuş anladığını yazmış o nedenle bazı yerlerde Arapça olmayan metinler de bulunuyor. Üstad hazretleri de onun bu durumuna fazla müdahale etmemiş, bu konuda Tahiri abi “Üstad, bazen kitaba bakıyordu, okuyordu ondan sonra da ‘keçeli keçeli, yapamamışsın’ diye kitaba -ona hitap ediyor gibi- elini vuruyordu” diyor.

 

Fakat Üstad kendisi hayattayken bu kitabı tercüme ettirmek istemişti, bu nedenle de bazı kişilere göndermişti ama buna muvaffak olamamıştı, yani tercüme edecek insanı bulamamıştı. O günün şartlarında gene en güzel tercümeyi o yapmış, yaşına rağmen, çünkü o zaman hayli yaşlı imiş. Bana göre yaptığı tercüme çok güzel olmuş, her yerde de okunuyor. Ama, dediğim gibi tam tercüme değil aslından alınan bir manadır ve yorum şeklindedir.

 

RİSALE-İ NUR ARTIK BİR ÖLÇÜDÜR, MİHENKTİR

 

Eserlerinize baktığımız zaman şunu görüyoruz; her yazdığınıza ille de Risale-i Nurdan kaynak gösteriyorsunuz. Yani, bir yerde bir hakikat görseniz, hemen Risale-i Nur’a müracaat ediyorsunuz ve onunla ilgili kısmı oraya ekliyorsunuz. Bunu niçin yapıyorsunuz?

 

Bana göre bu gün Risale-i Nur ehl-i sünnet velecemaatin bütün imamlarının, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid’in, bütün bunların bir nevi varisi hükmündedir. Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesini en sağlam bir şekilde ortaya koymuştur, doğruluğunu ispat etmiştir. O nedenle Risale-i Nur artık bir ölçüdür, bir mihenktir. Nitekim Üstad, Hulusi abiye şifahi olarak “Risale-i Nur diğer eserlere de hayat verecek, onların da dirilmesine neden olacak” diyor. Ve yine Hücumat-ı Sitte adlı eserinde “bizim için Kur’ani bir yol açıldı” diyor. Bütün bu ifadeler elbette ki bir manayı ispat ediyor. Bir hakikate işaret etmek istiyor. Yani, bugün Risale-i Nur ölçüdür, mizandır, bir şey Risale-i Nur’a göre yazılmışsa o doğrudur, güzeldir. Ekalliyette kalan diğer kavillerdir. Ehl-i Sünnet vel Cemaatin cadde-i kübrası değildir. Dışı değildir ama ekalliyettedir. Azınlığın düşünceleridir, cumhurun düşünceleri değildir.

 

DOKTORA PAYESİ VERİLMESİ

 

Sanırım bir doktara payesi almışsınız, bundan bahseder misiniz?

 

Evet, işte burada duvarda asılı duruyor görüyorsunuz. Üzerinde tarihi de var. Ben böyle bir şeyden haberim yokken burada Harran Üniversitesinde İlahiyat Fakültesi Dekanı vardır. Prof İbrahim Canan hoca, o zaman Servet Armağan da rektör idi. Bir gün bana bir tebliğ gönderdiler. İşte “filan gün filan saatte, filan yerde size ilahiyat doktora payesi verilecek.” Şaşırdım “bu nerden çıktı?” dedim kendi kendime.

 

 

Sonra öğrendim ki, Halil Gönenç hoca da çağrılmış. Gittik özel bir tören düzenlenmiş ve bize cübbe giydirdiler ve bir de bu belgeyi verdiler. Fakat Elhamdulillah ondan daha üstün Mekke’de Muhammed Alevi Maliki vardı, Medrese ilmi icazetnamesini kendisi düzenleyip gönderdi, daha sonra Şeyh İbrahim Nakşibendi diye bir zat o da ona benzer bir belge yazıp imzalayıp göndermiş. Yani, ilmi icazetler verildi, biz Arapça tahsili görmediğimiz halde bunları veriyorlar, demek ki, öyle layık görüyorlar biz de kapımıza kadar gelen bu şeyleri kabul etmemezlik edemiyoruz.

 

 

BEN URFA’YA ÖLMEYE GELMİŞİM

 

Altı başlıklı bir sorumuz var tek tek de sorabiliriz ama biribirilerini tamamladığı için birlikte sorarsak daha iyi olur. Hz. İbrahim’in makamının bulunduğu Urfa’nın İslam dünyasına açılan Suriye ile komşu ve sınır olması, bin yıllık geçmişi olan dünyanın en eski Üniversitesi şimdi size doktora veren Harran Üniversitesinin Urfa’da olması ve Türkiye’nin en büyük projesi GAP’ın merkezinin Urfa olması, Bediüzzaman Hazretlerinin Haliliye mesleğini esas alması ve vefat için Urfa’yı seçmesi gerçeği bir tarafta dururken yani böyle bir şehir adeta Ortadoğunun merkezi durumunda bir şehir. Tüm bunları göz önüne alarak Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Mayınların temizlenmesi Urfa için neyi ifade ediyor?

 

Sorduğunuz sual çok kapsamlı ve detaylı bir sual oldu. Bu soruya şöyle cevap verebilirim. Öncelikle Urfa için saydığınız önemli hususlar doğrudur. Aynen dediğiniz gibidir. İbrahim Aleyhisselamın ateşe atıldığı yerdir. Ben bazı tarih kitaplarında Taberi gibi okudum araştırdım, bu kitaplarda İbrahim Aleyhisselamın Kusa Nam mahalde ateşe atıldığı yazılıydı. Şimdi hala Urfa’da Kute, Kuti diyorlar, Kuseler denen bir aşiret var. Taberi de söylüyor, diğer kaviller de söylüyor. Kaleye yakın yerde ateşe atıldığı, Harran’a yakın bir yerde ateşe atıldığını söylüyor. Bu böyledir bugüne kadar bunun aksini söyleyen de çıkmadı. O nedenle Üstadın da dediği gibi “Urfa İbrahim Aleyhisselamın bir menzilidir” diyor. Burada doğmuş ateşe atılmış daha sonra buradan başka yere gitmiş.

 

Ayrıca Suriye’ye komşu olması, biliyorsunuz Türkiye’nin en uzun sınırı Suriye iledir. Bin kilometreye yakındır. Ve mayınların öte tarafında yaşayanlarla bu tarafında yaşayanlar birbirlerinin akrabasıdır. Umumiyetle böyledir. Ve Suriye bir noktada Avrupa’nın İslam dünyasına açılan kapısı durumundadır. O nedenle Fransızlar Beyrut’u uzun süre işgal altında tuttular. Oradan da Avrupa’ya açılan bir kapı sayılır. Hem Üstad Hazretlerinin vefatına yakın buraya gelmesi ve burada vefat etmesinin elbetteki bazı hikmetleri vardır.

 

Üstad Hazretleri hayattayken gönderdiği bir çok mektubunda “ahir hayatım inşallah Urfa’da olacak veya bu zehirli hastalıktan kurtulursam veya bu kitap basılırsa Urfa’ya geleceğim ahir nefesim Urfa’da olacak” diye mektupları var. Hatta ben bu mektupların bir kısmını Mufassal Tarihçe-i Hayat kitabıma koydum. Ayrıca, o zaman o otelin müsteciri olan Mahmut Erbaş bizzat bize bir çok kere anlattığı bir mesele var. Diyor “Ben üstadı sekerat halinde gördüm baktım çok hasta, çok ateşi var dayanamadım sordum, dedim ‘neden bu halinizle neden buraya geldiniz?’ diye. ‘Oğlum’ dedi ‘ben İbrahim Aleyhisselamı rüyamda gördüm, beni buraya davet etti belki de buraya ölmeye gelmişim’ demiş.

 

BEDİÜZZAMAN TÜRKİYE VE SURİYE’Yİ BİRLEŞTİRMEK İSTİYORDU

 

Bir de Üstad’dan benimle ilgili bir hatırası var onu da anlatayım. Ben ikinci veya üçüncü gidişimde çocuk aklıyla “Üstadım ben sizi Urfa’ya götürmeye geldim” dedim. Dedi “Kürdoğlu” (bana ‘kürdoğlu’ derdi) ben şimdi oralara gelsem siyasete karışmış olurum. Oraya gelsem Türkiye ayrı Suriye ayrı ben bunu kabullenemem, bu duruma tahammül edemem, bu iki ülkenin birleşmesine çalışırım o zaman da siyasete karışmış olurum” dedi. Bu da ayrı bir hadise.

 

Şu anda Elhamdulillah eskisi gibi değil Beşşar’ın babasının zamanında olduğu gibi, Türkiye’ye karşı sert, haşin, düşmanca bir hal yoktur, bunların hepsi bertaraf olmuş ve şimdi mayınların kalkması neticesinde İnşallah Üstadın dediği gibi olur iki ülke bir araya gelir. Zaten halklar birdir. Kürt, Arap, Türkmendir, hudud boyunca bu böyledir, başka millet yoktur. Bu durum bir fa’li hayırdır, inşallah sonuçlanır, biter, engeller kalkar. Maddeten bu engellerin kalkması gibi manen de her iki hükümet arasındaki maniler de kalkacaktır. Yumuşama meydana gelecektir ümidindeyim.

 

Yeri gelmişken Haliliye Mesleği ile ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?

 

Haliliye mesleği ile ilgili zaten Üstad Hazretleri bir mektubunda anlatıyor. “Urfa İbrahim Aleyhiselamın bir menzili olduğu için, İnşallah Meslek-i Hıllet-i İbrahimiye orada parlayacaktır.” Urfa üç milletin merkezi sayılır, Kürt, Türk, Arap milletlerinin birlikte olduğu bir mekandır. Mesela batıdan Yemen’e kadar hep Araptır. Doğu ve kuzey hep Kürttür. Gaziantep’ten itibaren de Türkler yaşıyor. O nedenle adeta üç ırkın merkezi hükmündedir. Ve bu üç lisan da şehir merkezinde konuşulur. Halep de öyledir. Şehir merkezinde üç lisan konuşulur.

 

O zaman Üstad Hazretleri bana “sen Kürt müsün? Arap mısın?” diye sorduğunda dedim “ana dilim Kürtçedir” o da “ben kırk elli senedir Kürtçe konuşamadım” dedi.

 

Sizinle Kürtçe konuştu mu?

 

Hayır konuşmadı. Hususi Van yöresine ait Azeri şivesi ile konuşuyordu.

(Devam edecek)

Müjde Bediüzzaman’ın Talebeleri Urfa’ya Gelmiş! – 01. Bölüm


 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )