(1. BÖLÜM) | (2. BÖLÜM) | (3. BÖLÜM) | (4. BÖLÜM)
1. DUA MEFHUMU
Dua, olağanüstü bir olay karşısında kulun Rabbine hitap etme düzeyine ulaşmasıdır.
Allah’a ibadet etmek için yaratılmış olan insan kendini günah işlemekten her zaman koruyamaz. Bu açıdan zaman zaman Yaratanına yalvarmak, günahlarından tevbe ederek Ondan bağışlanmasını istemek durumundadır.
Dua, Müslümanın şahsiyetinin gelişmesini ve sağlam karakterli olmasını sağlayan bir ibadettir. “Ben öyle sağlam bir imana sahibim ki, Senden başka kimsenin önünde eğilmem. Sen benim Allah’ımsın, beni Sen yarattın” duasını daha küçük yaştan itibaren kalb ve diliyle tekrarlayan Müslümanm karakterini sağlamlaştıran bu dua, onun Allah’tan başkası huzurunda eğilmesine izin vermez.
Dua, kulun Allah nazarındaki değerinin bir ölçüsüdür.
“Ey Muhammedi De ki; Sizin duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” Bu hususu teyit eden bir diğer âyette şöyle buyurulur:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” “Dua etmekten kibirlenenler hakir olarak cehenneme gireceklerdir.”
Yüce Rabbimiz her zaman dua etmemizi istemiş, samimiyetle yalvardığımız takdirde kabul buyuracağını bize duyurmuştur. “Allah katında duadan daha değerli bir şey yoktur” buyuran Hz. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) de bunu vurgulamıştır. “Allah’a yapılan dua hiçbir zaman karşılıksız kalmayacaktır.” Aynı zamanda dua mü’minin silâhıdır.
Kalitesi ve tekrar edilmesine göre ruh ve bedene tesir eden duanın, kutsiyet ve ahlâk duygusunu da kuvvetlendirdiği bilinen bir gerçektir. Duanın doğurduğu huzur, tedavi için kuvvetli bir yardımcıdır.
Dua ve ibadet insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en büyük özelliktir. Dua, rızkın genişlemesini, sağlığın artmasını, ömrün hareketli olmasını sağladığı gibi felaketleri de önler.
İnanmış insanın hayatında önemli bir yeri olan dua ancak yaşanarak bilinebilir, onun yazı anlatılması güçtür.
İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde dua etmek ihtiyacından uzak kalmamıştır. Duadan maksat, unutur gibi olduğumuz bir an Onun huzuruna yeniden çıkmaktır. Üçü muharref olmakla beraber dört ilahi kitap, insanları Allah’a duaya davet etmiştir. Nitekim iptidai kabile insanları bile duygularını birtakım dua ve dans şeklinde ifadeye çalışmışlardır.
Büyük İslâm mutasavvıflarının dualarında orijinal yalvarma örnekleri bulunmaktadır. Rabia Hatun’un, “Ey Rabbim, eğer ben cehennem korkusu ile sana ibadet ediyorsam beni o cehenneminde yak”diye başlayan duasındaki samimiyeti iyi anlamak lâzımdır.
Vird ve zikir de duanın başka şekillerdeki tezahürü olarak değerlendirilmelidir.
Dua ve ubudiyet birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki mühim mefhumdur. Mücerret mânâda, isteklerimizi Allah’a duyurmanın en mükemmel aracı olan dua, kulun ubudiyet vazifesinin bir vasıtasıdır. Ubudiyet ise ibadetlerle yerine getirilir.
Dinlere göre farklılıklar gösteren ubudiyet inanç ve tatbikatı, o din mensubunca kendi şartlarında ve kendine has kaidelerine göre yerine getirilir. Bunun dışında yine her dinde, ubudiyetin muayyen şartlarını yerine getirmekle yetinmeyen züht ve takva ehli kişiler vardır.
Dua ve ubudiyet üzerinde defalarla ve ısrarla duran Bediüzzaman, peygamberlikle ubudiyet arasında güzel bir alâka kurarak bu ehemmiyetli noktayı Sözler’inde şöyle ifade ediyor:
“Nübüvvetin birinci vechi. ubudiyet-i mahzânın menşeidir. Yani ene kendini abd bilir, başkasına hizmet eder. Başka birisinin vücuduyla kaim ve icadıyla sabittir. Vazifesi ise, kendi Halikının sıfat ve şuûnâtma mikyas ve mizan olarak şuurkârâne bir hizmettir.”
“Errahmâni’r-Rahîm isimlerinde öyle bir nûr-u azam vardır ki, bütün kâinatı kuşatır ve her ruhun bütün ebedi ihtiyaçlarını tatmin edecek nur ve kuvvettedir. Bu iki büyüknura yetişmek için en mühim bulduğum vesile, fakr ile şükür, acz ile şefkattir, yani ubudiyet ve iftikardır,”
2. UBUDİYETİN İNSAN FITRATINDAKİ VARLIĞI MESELESİ
İnsanlarda fıtraten mevcut olan ubudiyet, onların kalb ve imanlarını kuvvetlendiren, ahlâkî ve fikrî yapılarını yücelten bir olgunluk alâmetidir.
İnsanın mesud ve bahtiyar hayat sürmesini sağlayan, ona insanlığın şerefini idrak ettiren dua ve ubudiyet, kulun aczini itiraf ederek Halikına karşı kulluk vazifelerinin en doruk noktasındaki tezahürüdür.
Hayatını öncelikle imanın kurtarılmasına hasreden Bediüzzaman Said Nursî hemen bütün eserlerinde, çok çeşitli imanî ve İslâmî problemler yanında hususiyle dua ve ubudiyet mevzularına geniş yer vermiştir. Ona göre fert, Allah’a kul olduğunu idrak ettiği ölçüde nefsini birtakım sultaların esaretinden kurtarabilir. Bu da dua ile başlar, ubudiyetle kemâle erer.
Bediüzzaman imanı kuvvetlendirmek ve İslâmı bütün cemiyete maletmek yolunda giriştiği mücadelede ömrü boyunca haddi aşmaktan, siyaseti, mücadelesinin mihveri haline getirmekten son derece uzak durmuş, biricik kurtuluşun Kur’ân’a sımsıkı sarılmak olduğunu vurgulamıştır.
Said Nursî uzun yıllar hapislerde kalmasına rağmen Risale-i Nur telif ve neşrini inkıtaa uğratmamıştır. Van’ın Erek Dağı’nda birkaç talebesiyle münzevi hayatından (1923-25) sonra onun asıl çileli ömrü başlamıştır. Hayatını gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmekle geçirmiş, millet ve memleket için canım vermekten çekinmemiştir. Kendisine zulmedenlere bile bedduada bulunmamak onun bir başka özelliğini teşkil etmektedir.
“Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez” diyen Bediüzzaman’ın, ihlasla giriştiği ve ömrünün sonuna kadar aynı safiyette sürdürdüğü iman ve Kur’ân hizmeti ne yazık ki bazı kalem erbabınca anlaşılamamış, onun mücadelesi bir siyasî ekole hizmet veya ayrı bir dinî cereyan gibi vasıflandırılarak neşriyat yapılmıştır.
_______________________________________________________________________________
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Faydalanılan Kaynak:
Osman CİLACI, Risale-i Nur Açısından DUA ve UBUDİYET, Nesil Yayın, Eylül, 1997, İstanbul