Kamil Acar, Van-Muradiye’de doğdu. Çeşitli tarihlerde Üstadı ziyaret etti.
“Üstada ilk gidişim”
“Sene 1952, Haziran ayı ve Ramazan’ın 12’si idi. Emirdağ’ın Uzun çarşısındaki Mehmed Çalışkan’ın dükkânına gittim. ‘Ben Van’ın Muradiye kazasından Terzi Kemal Acar’ım’ dedim. ‘Ziyarete mi geldin?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim. ‘Üstadımıza haber gönderelim kabul ederse görüşürsünüz’ dedi. Çalışkan Ağabey birisine söylediyse de, ‘Ben yeni geldim gidemem’ dedi. Başka birisine söyledi, o da, ‘Ben bu gece hiç uyumamışım öğleden sonra gideyim’ dedi. Biz ikindi namazına kadar orada kaldık. Namazı kılıp geldim. Çalışkan Ağabey, ‘Daha kimse gelmedi’ dedi.
“Sonra otele gittim. Cevşen okudum. Bitirdikten sonar, merdivenlerden ayak sesleri geldi. Odadan dışarı çıktım. Baktım Çalışkan Ağabey… Beni çağırdı ve beraber dışarıya çıktık. Biraz birlikte yürüdük, sonra, ‘Şunu takip et’ diyerek birisinin arkasından gitmemi söyledi ve kendisi ayrıldı. Önümde birisi başını yere eğmiş yürüyordu. Onu takip ettim. Birkaç adım gittikten sonra, sağa döndük. 150-200 metre gittik, bir evin önünde durduk. O zat cebinden bir anahtar çıkardı, beyaz tahtadan yapılmış bir kapıyı açtı ve içeri girdi. Bana da, ‘Gel’ dedi ve girdik. Kapıyı kilitledi. Önümüze üstü açık bir salon çıkmıştı. Merdivenin yakınında tahtadan yapılmış bir askı vardı. Üzerinde üç tane çivi vardı.
“Seni Haydaran aşireti yerine kabul ettim…”
“İkimiz beraber, merdivenden yukarı, ikinci kata çıktık. Karşıdaki odanın kapısını vurdu. ‘Gel’ demesiyle içeri girdi. Ben de onu takiben girdim. Selâm verdim. Üstad, ‘Aleykümüsselâm’ diyerek selâmımı aldı. Elinde Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yi okuyordu. O talebeye, ‘Mangalı götür, ateşi iyice yansın, çiğ kalmasın’ dedi. Kitabı kapadı, başının üzerindeki rafa bıraktı.
“Ben gittim, elini öptüm. Elini boynuma attı, ‘Otur’ dedi. ‘Nereden geliyorsun? İsmin nedir? Babanın ismi nedir?’ diye sordu. Ben de, ‘İsmim Kemal, babamın ismi Cemşid. Babam, Şeyh Enver Efendinin mürididir. Şeyh Enver Efendi ile siz Çoravanis’te ve Nurşin Camiinde iken, babam sizin ziyaretinize gelmiş’ diye cevap verdim. Üstad, ‘Hangi aşirettensin?’ dedi. Ben de ‘Haydaran aşiretinden, Etmaneki kabilesindenim’ dedim. Üstad, ‘Senin ismin Kemal değil, Kâmil’dir’ dedi ve sözlerine devam etti:
‘Sen benim 27 senelik talebemsin. Babanı da talebeliğe kabul ettim. Seni bütün Haydaran aşireti yerine kabul ettim. Her sabah ism-i Azamla sizlere dua ediyorum. Benim bir tane Kâmil talebem daha var. Sen de ikinci Kâmil’sin. Benim terzi talebelerim bana çok sadıktır.’
“Daha sonra Üstad, ‘Sen zahmet çekmişsin, buraya gelmişsin, senin harçlığını vereceğim’ dedi. Ben de, ‘Benim buraya gelecek gidecek kadar param vardır; yalnız beni Risale-i Nura hizmetçi yap. Akrabalarım bana para verdiler, buraya geldim’ dedim. Üstadımız bunun üzerine,
‘Benim bu günlerde çok masrafım oluyor. Almanya’ya çok eser gönderiyorum. Almanlar, Zülfikâr mecmuasını başları üzerinde tutuyorlar. Benim şimdiye kadar 200 lira ile 9 altınım vardı. Bu masrafları bu parayla yapıyorum. Yoksa senin harçlığını verecektim.’
dedi. Ben, ‘İstemem’ dedim ve Van’daki Molla Hamid, Molla Resul, Molla Yusuf, Çaycı Emin, Çaldıranlı Taceddin ve bizim eski müftü Hasan Efendinin selâmlarını söyledim. Üstadımız,
‘Ben onalar mektup yazamıyorum, fakat sen benim canlı mektubum olarak gideceksin, onlarla görüşeceksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. O havalideki Nur Talebeleriyle muhabere edeceksin. Bana ara sıra mektup yazacaksın. Talebelerle sık sık görüşeceksin. Benimle görüştüğünü de kimseye söylemeyeceksin. Ben Şarkı çok seviyorum. Şarka İnşaallah geleceğim.’
dedi. Ben de, ‘İnşaallah bekleriz Üstadım’ dedim ve ilâve olarak ‘Suad’ın da selâmı var’ dedim. Suad, Üstad’ın kardeşi Abdülmecid Ağabeyin oğlu idi. Van’da askerdi. Gelirken onu da görmüştüm. ‘Amcamın elini öperim, selâm söyle’ demişti. Üstad, ‘Maaşallah, demek sen Suad’ı da gördün, ben daha görmemişim’ dedi. Elini öpüp, dua istedim, ayrıldım. Birinci görüşmem böyle oldu.
“Üstadı ikinci ziyaretim”
“1953 yılında, Üstad’la görüşmeye giderken Urfa’ya uğradım. Urfa’da Abdullah Yeğin ile Hüsnü Bayram vardı. Onlarla görüştüm. Abdullah Yeğin, Üstadımıza verilmek üzere bana bir mektup verdi. Hüsrev Ağabeye ait bir miktar da kitap parası emanet etti. Bir arkadaşla beraber Isparta’ya gittik. Isparta’da Nuri Benli ve Rüştü Çakın Ağabeylerin adreslerine vardık. Aynı zamanda onlara mektuplaşıyorduk.
“Bizi oğluyla birlikte Üstad’ın evine gönderdi. Zübeyir Ağabey kapıyı açtı. O zamana kadar Zübeyir Ağabeyi görmemiştim. Fakat mektuplaşıyorduk. İsmimizi sordu. ‘Muradiyeli Terzi Kâmil Acar’ dedim. Hemen tanıdı, boynuma sarıldı. Arkadaşımı sordu. Onun da ismi Feyyat’tı. ‘Arkadaşımdır’ dedim. ‘Üstadımıza söyleyeyim’ deyip, yukarıya çıktı. Hemen bizi çağırdı. Gittik. Üstad Hazretleri, kıbleye karşı oturmuş, bir şeyler okuyordu. Elinde kitap yoktu. Elini öptük. ‘Oturun’ dedi. Elini boynuma attı. Arkadaşımın yüzüne elini vurdu. Onu da kardeşliğe kabul etti. ‘Kardeşim, ne var, ne yok?’ diye Risale-i Nur’un inkişafını sordu. Ben de Van’dan, Muradiye’den, Diyarbakır’dan, Urfa’dan, Nurun inkişafını anlattım. Çok memnun oldu. Abdullah Yeğin Ağabeyin mektubunu verdim. ‘Hüsrev ağabeyi görüp, emâneti vereceğim’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Nereden gideceksin?’ dedi. Ben de, ‘Nereden emir ederseniz oradan giderim’ dedim. ‘Sen gideceğin yolu söyle’ dedi. Ben de, ‘Erzurum’dan gideceğim’ dedim.
‘Ağrı’da (Karaköse) eski mebus Ahmed (Alpaslan) Beye uğra, (O da daha önce Üstad’la görüşmüş) İran’daki muhabereyi temin etti mi diye sor’ dedi. ‘Talebelerle daima gidiş-geliş yapsın’
diye buyurdu. Oradan biz elini öpüp ayrıldık.
“İran’a Risale gönderiyoruz”
“Ben dönüşte mebus Ahmed Beyle görüştüm. ‘Biz muhabereyi temin edemedik’ dedi. Bana, İran’daki adamın kim olduğunu ve adresini verdi. Ben de Üstadımıza mektup yazdım. Üstadımız, ‘Sen oraya kitap göndermeyi temin et’ dedi. Ben de bir iş dolayısıyla pasaport alıp gittim. Kaleni (Siyahçeşme)… Orada Şeyh Adil ile görüştük. ‘Ben sana Risale-i Nurları getireceğim, sen bu kitapları Tahran’a yakın bir şehirde bulunan Seyyid Abdullah’a göndereceksin’ dedim. Üstadımızın eski talebelerinden, Gevaş’a bağlı bir köyde kalan Abdulvahab Gazi, Türkiye’den ayrılarak İran’ın Katar kazasına gidip yerleşmişti. Onu buldum. Abdulvahap Gazi ile, Üstadımızın gönderdiği mektubu Seyyid Abdullah’a gönderdik.
“Daha sonra, ikinci bir pasaport daha alarak İran’a gittim. Arapça Mesnevi-i Nuriye, İşaratü’l-İcaz, Asâ-yı Musa, Hutbe-i Şamiye ve bir de Üstadımızın eskiden matbaada bastırdığı Arapça Hutbe-i Şamiye, Hubab, Katre, Nokta birleşik bir kitap halinde, onları da Abdulvahap Gazi vasıtası ile Seyyid Abdullah’a gönderdim. Seyyid Abdullah daha sonra, Üstadımıza, kitapları aldığına dair bir mektup yazmış. Ben de, Şeyh Adil’den bu mektubu alıp getirdim, Üstadımıza gönderdim.
“Üstadı üçüncü defa ziyaretim”
“Bir gün Denizli’ye gitmem icap etmişti. Giderken Diyarbakır’da Molla Ali’ye rastladım. O da İzmir’e gidiyordu. Ben, Isparta’ya uğrayıp Üstadı ziyaret edeceğimi söyledim. Molla Ali de, ‘Ben, Hacı Ziya ve Hacı Mustafa, Üçümüz de Üstad’ın ziyaretine gidecektik’ dedi.
“Biz Molla Ali ile trenle gittik, Isparta’da indik. Hacı Ziya ile Hacı Mustafa’yı istasyonda gördük. Dördümüz beraber şehre gittik. Ben, ‘Dördümüz birlikte gitmeyelim, siz üçünüz gidin, ben sonra giderim‘ dedimse de Hacı Ziya ısrarla, ‘Hepimiz beraber gidelim’ dedi. Gittik, kapıyı vurduk. Bayram Ağabey açtı. ‘Üstadımız çok rahatsızdır, kimseyi kabul etmiyor’ dedi. Kapının arkasına bir lahika mektubu yapıştırmışlar. Bayram Yüksel onu okudu. Şu satırlar yazılıydı:
‘Beni ziyarete gelmektense Risale-i Nur’u okusunlar. Benimle görüşmek beş veya on dakika olabilir. Fakat Risale-i Nur’u okuyanlar her an benimle beraberdir.’
“Ben hemen dönüp, kapıdan çıkmak istedim. Bayram Ağabey, isimlerimizi sordu. Ben de, o zamana kadar Bayram Ağabeyle şahsen görüşmemiştim; fakat mektuplaşıyorduk. İsimlerimizi söyledik. ‘Muradiyeli Kâmil sen misin?’ dedi. ‘Hoş gelmişsiniz’ diyerek ilâve etti. ‘Durun Üstadımıza söyleyeyim’ dedi ve yukarı çıktı. Biraz sonra geldi. ‘Bekleyiniz, Üstadımız aşağıya iniyor‘ dedi.
“Biraz sonra Üstad Hazretelri, Tahirî ve Zübeyir Ağabeyler koltuklarına girmiş olarak aşağıya doğru iniyordu. Ben diğer arkadaşlara, ‘Hemen merdivenin baş tarafına çıkalım, Üstad Hazretleri aşağıya inmesin’ dedim. Beraber yukarı çıktık. Üstad’ın elini öptük. ‘Nasılsınız?’ diye sordum. Üstadımız,
‘Ben rahatsızım. Kimseyi kabul etmiyorum. Zahmet ederek buraya kadar gelmişsiniz. Buraya gelmektense, Risale-i Nur okuyun.’
dedi. Bana, ‘Niye geldin?’ diye sordu. Ben, ‘Denizli’de kardeşim askerdir. Hastalanmış oraya gideceğim’ dedim. Üstad, ‘Kardeşin iyi olur, bir şey olmaz’ dedi. ‘Buralarda kalmayın, hemen gidin’ diye de sözlerine ilâve etti.
“Üstada çok zahmet verdiniz”
“O akşam vesâit olmadığı için, otelde kaldık. Gece hepimiz hastalandık. Hemen kalkıp Molla Ali ile istasyona gittik. Diğerleri otelde kaldılar. Ben Denizli’ye, Molla Ali de İzmir’e gitti.
“Denizli’den dönüşümde, tekrar Isparta’ya geldim. Rüştü Ağabeyin dükkânına gittim. Rüştü Ağabey, ‘Ayrılma, Bayram Ağabey azık almaya gitti. Gelip Üstad’la geziye gidecekler’ dedi. Bayram Ağabey geldi. Birlikte giderken, bana, ‘Kardeşim, siz, Üstadımıza çok zahmet verdiniz. Üstadımızı hasta hasta aşağıya indirdiniz. Üstadımız Risale-i Nur’u okumayanlarla görüşmüyor. Senin biraz Risale-i Nur’a hizmetin olduğu için geldi, sizi gördü. Bundan sonra gelince yalnız geliniz. Başkasını getirmeyiniz’ dedi. Ben, ‘Bunlarla gelmemiştim. Yolda görüştük, beraber geldik’ dedim.
“İçeri girdik. Üstad taksinin içinde oturuyordu. Zübeyir Ağabey yanındaydı. Ceylan Ağabey camı indirmek istedi. Üstadımız, ‘Kapıyı aç’ dedi. Beni yanına aldı, elini boynuma attı. Konuştuk. Bazı talebeleri sordu. Risale-i Nur’a ait dersleri sordu. Mahkememizi sordu. Ben de kendisine malûmat verdim. ‘Peki, seni istasyona bırakalım’ dedi. Ben, ‘Otobüs bileti aldım, trenle gitmiyorum’ dedim ve elini öperek ayrıldım. Onlar geziye, ben de şehre gittim. Otobüsle giderken Eğirdir’e uğradık. Otobüs orada durdu.
“Bir de baktım ki, Ceylan Ağabey beni çağırıyor. ‘Niye geldin?’ dedi. ‘Biz buradan Konya’ya gidiyoruz‘ dedim ve beni nasıl bulduğunu sordum. Meğerse onlar da Eğirdir’e gelmişler. Ceylan Ağabey, ‘Üstadımız beni gönderdi. Bak bakalım, Kâmil niçin gelmiş, öğren’ dedi. Ben de, ‘Sizin buraya geleceğinizi bilseydim, sizinle buraya kadar gelirdim’ dedim. Böylece birbirimizden ayrıldık.
“Dördüncü ziyaretim”
“Üstadı dördüncü defa ziyaretim ise şöyle oldu: Hacı Raşit bana, ‘Üstad Hazretlerine gittiğin zaman bana da haber et, beraber gidelim. Bensiz gidersen, Üstada söyle, bana dua etsin. Çok hastayım. Doktorlara çok param gitti’ dedi. Gideceğim zaman Hacı Raşit’e haber gönderdim, Erciş’e geldi, beraber Diyarbakır’a gittik. Sabahleyin Diyarbakır’dan Urfa’ya hareket ederken kardeşlerden birisi bana, ‘Ben, Abdullah Yeğin Ağabeye bir tane su testisi göndereceğim, siz götürün’ dedi. Bir tane o aldı, bir tane de ben aldım. İki tane su testisini Urfa medresesine götürdük. O gece Urfa’da kaldık. Sabahleyin Abdullah Yeğin Ağabey,
‘Ben bir lûgat yazıyorum. Üstadımıza mektup yazdım. Lûgat hakkında cevap vermedi. Bir de babamdan mektup geldi, annem hastaymış, ‘Kurban Bayramı için buraya gel’ diyor. Bunu ve lûgat meselesini Üstadımıza söyle bakalım ne diyecek. Lûgat yazmanın Risale-i Nur neşrine bir manii mi var ki, Üstadımız bizim mektubumuza cevap vermiyor. Bir de memlekete gitmem için müsaade var mı?’
Sor. Bu su testisini de Üstada götür’ dedi. Ben, ‘Götürmem, Üstad testiyi ne yapacak?’ dedim. Abdullah Ağabey, illâ götür diye ısrar etti. Ben ‘Götürsem de, Abdullah Ağabey gönderdi diyeceğim’ dedim. ‘Sen götür’ dedi. Ben de götürdüm.
“Emirdağ’a Kurban Bayramının arifesi günü vardık. Doğru Çalışkan Ağabeyin dükkânına gittik. ‘Üstadımız bugün rahatsızdır. Hiç kimseyi kabul etmiyor’ dedi. O an da Hüsnü Bayram Ağabey geldi. Görüştük. ‘Ben Üstadımıza söyleyeyim’ dedi ve gitti. Çalışkan Ağabey, ‘Hüsnü’yü tanıyor musun?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Urfa’da çok görüşmüşüz’ dedim. Biraz sonra geldi. Bizi aldı. Üstad’ın yanına gittik. İçeriye girdik. Selâm verdik. Selâmı aldı, bize işaret etti. ‘Oturun’ diye.
“Üstad çok hastaydı”
“Kendisi karyolasında oturmuştu. Çok rahatsızdı. Zübeyr Ağabey yanımda idi. Konuşmasını biz anlamıyorduk. Üstad. Zübeyir Ağabeye söylüyor, Zübeyir Ağabey de bize anlatıyordu. Bizim söylediğimizi de Üstada söylüyordu. Zübeyir Ağabey konuşurken çok sıkılıyordu, terliyordu. O anda, ‘Hüsnü sen gel’ dedi. Zübeyir Ağabey kalkıp, odasına gitti. Hüsnü Bayram Ağabey, birkaç kelime konuştu. O da sıkılınca, ben biraz karyolaya doğru ilerledim. Üstad da bana doğru biraz yaklaştı. Ve şöyle konuştu:
‘Ben çok hastayım. Konuşamıyorum. Senin geldiğin bana şifa oldu. Ben şimdi çok iyileştim.’ Ben, ‘Kurban, ben neyim ki. Seni Allah iyileştirdi. Benim de ruhumu sana kurban etsin’ dedim. Üstad,
‘Hüsnü bana dedi ki, Kâmil gelmiş. Ben, ‘Lüzumsuz, niye gelmiş?’ dedim. Halbuki çok lüzumlu bir iş için gelmişsin. Ben kimsenin hediyesini kabul etmiyorum. Fakat senin 50-60 liranı kabul edeceğim. Ben bu hizmeti kime yaptırsaydım, 50 lira onun masrafını verecektim. Sen kendi paranla bu masrafı yapacaksın. O zaman senin 50 liranı hediye olarak kabul etmiş olacağım.’
dedi. Ben de, ‘Kurban, bizim de gayemiz, Risale-i Nura hizmet etmektir. Hizmet yapmak için buraya gelmişim’ dedim. Üstadımız, Hüsnü Ağabeye,
‘Hüsnü, sen Konya’da, ve Diyarbakır’daki talebelerin, dörder aylık, çocuklarının tayinlerini 35 kuruştan hesap et. Kayalar’ın ve Abdülmecid’in çocuklarını dört aylık paraları ne tutuyorsa Kâmil’e verelim, götürsün, versin. Bir de üniversite talebelerinin Konferans kitabını da (o zaman daktilo ile yazılmıştı) Kâmil’e verelim. Götürsün, kardeşim Abdülmecid’e versin. Acele Arapçaya tercüme etsin, bize göndersin. Arabistan’a göndereceğim’
dedi. Sonra da bana dönerek,
‘Konya’da şehir içinde Abdülmecid’in koltuğuna sokulma. Çünkü o korkaktır. Evine git, gör. Bu paraları da, ekmekten başka bir şeye vermesinler’ dedi.
“Üstadım, Hacı Raşit hastadır, ona dua et”
“Sonra Hacı’nın kim olduğunu sordu. Hacı Raşit kendini tanıttı. Ben de, ‘Üstadım, Hacı Raşit hastadır. Ona dua et’ dedim. Bir şey demedi. Bir daha dedim, yine bir şey söylemedi. Biraz sonra, bir daha söyledim: ‘Hacı Raşit hastadır, dua et.’ Üstad, ‘Ben hastayım, hiç doktora gitmiyorum’ dedi. ‘Kurban, Hacı Raşit de hiç doktora gitmiyor. Buraya gelmiş, yalnız duanızı istiyor. Ona dua et’ dedim. Üstad hafifçe tebessüm ederek, Hüsnü Ağabeye, ‘Hüsnü, ismini yaz, ona sabahleyin İsm-i Azamla dua edeyim’ dedi.
“Ben, ‘Üstadım, Urfa’dan iki tane testi getirmiştik. Birini Abdullah Ağabey size gönderdi. Çalışkan Ağabeyin dükkanında’ dedim. Üstad, Hüsnü Ağabeye, ‘Onu getir’ dedi. Hüsnü Ağabey, yalnız birisini getirmişti. Üstad, ‘İkisini de niçin getirmedin, bana çok lüzumu vardı’ dedi. Bana, ‘Kaça aldın?’ dedi. Ben de, ’70 kuruşa aldım’ dedim. Üstad, ‘Ben sana 75 kuruş vereceğim, beş kuruş da fark veriyorum’ dedi. 75 kuruşu bana verdi. Bir de tek gümüş lira verdi. Hacı Raşit’e de, 50 kuruş verdi. ‘Bunu, ekmekten başka bir şeye vermesin’ dedi.
“Bir elifba ile bir lûgat yazsın”
“Ben, Abdullah Yeğin’in babasından gelen mektubu söyledim. Üstadımız, ‘Gidemez’ dedi. ‘Bayramda babası Urfa’ya gelsin‘ buyurdu. ‘Bir de lûgat yazması için cevap vermemişsiniz, onun için ne emir buyurursunuz’ dedim. Üstadımız,
‘Hemen bir elifba ile bir lûgat yazsın ki, Risale-i Nur okuyucularının kelimeleri anlamasında ilk mektep talebesiyle üniversite talebesinin farkı olmasın.’
dedi. İki lûgat ismi verdi. ‘Bunlardan istifade etsin’ dedi. (Kâmus ve Ather-i Kebir)
“Mezarımı 3-4 talebemden başka kimse bilmesin”
“Sonra Hüsnü’ye, ‘Paraları getir, say’ dedi. Bir tahta bavulu açarak, içinde bir gümüş mühür, bir de Üstad’ın imzası olan katlanmış bir kağıt parçası göründü. Üstad, ‘Ka’ dedi ‘Yani onu ver. ‘Ka’ Kürtçe bir kelimedir). Üstad kağıdı açtı, bana göstererek: ‘Bu benim vasiyetnâmemdir. Bu da mührümdür. İki senedir bunu arıyordum, bulamıyordum. Bugün bulunduğuna göre, vasiyetnâmemin Kâmil’e okunmasının lüzumu vardır.’ Hüsnü Ağabeye, ‘Gözlüğü ver. Kâmil’e okuyayım’ dedi. Ve okudu:
“Said’in bir vasiyetnâmesidir. Emirdağ’da vefat edersem, yukarı mezarlığa defnediniz. Isparta’da vefat edersem, orta mezarlığa defnediniz. Üç veya dört talebemden mâada yerini kimse bilmesin… Hayatım, ziyareti kabul etmediği gibi, memâtım hiç kabul etmeyecek. Risale-i Nur şimdiki gibi, kıyamete kadar devam edecek. Risale-i Nur’a tam hizmet edenlerin tediyeleri, Risale-i Nur’un paralarından, zekât paralarından temin edilecek.’
Risale-i Nur’un 11 talebesinin isimlerini okuyarak söyledi. Talebelerden 5-6 tanesinin isimleri aklımda kalmış. Üstad bana; ‘Sana tediye vereceğim, fakat ihtiyacın yok’ dedi. Ben de, ‘Kurban, keşke ben o kadar Risale-i Nur’un hizmetinde bulunaydım. Tediyeye muhtaç olaydım. Başka bir şey istemiyorum’ dedim. Bana, ‘Sen, Şarkta Hüsnü gibisin’ dedi. Ben, ‘Hüsnü’nün ayağının türabı olamam’ dedim.
“İnebolu’da beraat eden kitapların, beraat kararıyla raporlarını bana verdi. ‘Kendi kitaplarını bununla alırsın’ dedi. Ve, ‘Benim namıma 300 kitap İnebolu’da tahsis etmişler. 150’sini sana göndermek için mektup yazmışım. Lahika mektubunu aldım. Kitaplar gelmedi. Araştır’ dedi. Elini öptükten sonra Üstad’ın yanından ayrıldım. Biraz da Zübeyir Ağabeyin odasında oturduk. Bize Konya adresini verdi, ayrıldık.
“Son ziyaretim”
“Üstad Bediüzzaman’ı beşinci defa ziyaret edip, elini öpüp, duasını alışım ise, şöyle olmuştu: 1959’un Aralık ayıydı. Muzaffer Küçükyıldız ile beraberdik. Afyon’a kadar beraber gittik. Afyon’da Muzaffer’e, ‘Ben İzmir’e gideceğim, sen de Isparta’ya git. Üstad Hazretleri Eskişehir’deymiş. Sen Isparta’da beni bekle, ben oraya geleyim. Üstad gelmemişse, Eskişehir’e gideriz’ dedim. Muzaffer, Isparta’ya gitti, ben de İzmir’e gittim. İzmir’e, o gün Bekir Berk Ağabey geldi. Nazilli mahkemesine gitti. Ben de Isparta’ya gittim. Geceleyin Muzaffer beni istasyonda bekliyordu. İner inmez yanıma geldi. Bana, ‘Üstadımız bugün buraya geldi, ben gittim yolda görüştüm, sana selâm söyledi’ dedi.
“Sabahleyin Muzaffer ile birlikte Üstad’ın evine gittik. Sungur Ağabey yanında idi. Biz elini öptük. ‘Oturun’ dedi. Oturduk. Ağabeylerin selâmlarını söyledik. Jandarma Kumandanı İsmail Atay ve Doktor Ertuğrul ismindeki zatların Risale-i Nur’u okuduklarını ve derslere geldiklerini söyledik. Memnun oldu. İsimlerini yanına yazdı. ‘Ben onlara dua ederim’ dedi. Benim ve Muzaffer’in analarımızın, babalarımızın isimlerini yazdı. ‘Onları da talebeliğe kabul ettim’ dedi. Ben, bir çift tiftik eldiven götürmüştüm. Üstadıma verdim. ‘Ben üşümüyorum. Çünkü yorgana sarılıyorum. Bunun size çok lüzumu var, tekrar size veriyorum’ dedi. Tekrar bana verdi. İran’daki muhabereyi sordu. Ben,’Gelen mektubu size gönderdim’ dedim. Kitapları da götürüp verdim. Sungur Ağabeye, ‘Bana mektup verdiniz mi?’ diye sordu. Sungur Ağabey de ‘Evet Üstadım, İran’dan gelen Arapça bir mektubu size okuduk. Siz de cevabını yazınız, dediniz, yazdık’ dedi. Ben de, ‘Evet, o mektubu aldım, tekrar İran’a gönderdim, cevabını almadan buraya geldim’ dedim. Üstad, ‘Sen Sungur gibisin’ dedi ve gözleriyle tebessüm ederek güldü. Biz de elini öpüp ayrıldık. Makamı Cennet olsun. Âmin!..”
(Son Şahitler kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir…)
Makale Yazarı: