Nurdan Haber

Sel ve Sal

Sel ve Sal
24 Ocak 2017 - 0:41

Sel ve Sal

Bu yazımda Sizlere “Şiddetle gelen şey; su” ma’nâsında Arabca kökten ve “seyl” yazılıp Türkçede “sel” şeklinde söylenen kelime ile aslı Türkçe olan ve Lügatte: “Birçok kalın direğin yan yana bağlanarak yapıldığı, düz ve korkuluksuz deniz veyâ ırmak taşıtı” olarak ifâde edilen “sal”dan bahsetmeyeceğim.

Dilimize zorla yerleştirilen ve herkesin ister – istemez kabûl eylediği âidiyet, mensûbiyet veyâ nisbet eki olarak kullanılan –sel, –sal soneklerine temâs etmek istiyorum.

Dil mevzûunda ilmi olanlar, bu eklerin Fransızca olduğunu ifâde ediyorlar. Bu ekleri uyduranlara bakılırsa: zâten bütün dillerin anası – güneş dil teorisine göre – Türkçedir. Dolayısıyla, Fransızcadan kotarılmış olsa da durum değişmez, çünkü aslı bize âittir(!)

Şâir, bir aşîretten cihângîr bir millet çıkardığımızı söyleyerek, mühim bir hakîkati ifâde eder. Bir başkası, toplam nüfûsu on beş milyon olmayan bir milletin, on yılda on beş milyon genç meydana getirdiğini iftiharla îlân eder. Dilcilerimiz de, üç kıt’ada te’sirleri görülen koskoca bir medeniyet lisânını, en sonunda, bir kabîle dili hâline getirmekle öğünseler yeridir…

Baştan ayağa değişmek ne güzel bir hâldir. İnsan, eski hüviyetini bırakmış, bambaşka olmuştur. Saçından, sakalından, giyinişinden, davranışından, konuşmasından, gülmesinden, yemesinden, içmesinden, inanışından, zevklerinden bir anda sıyrılıp çıkmıştır; yeni, yepyeni, en daha yeni bir kişidir artık. Ne mutlu!

Ayakta spor ayakkabı, üstüne blue-jeans (blucin) pantolon, onun da üstüne ekose gömlek giyip bir de moda renk kravat takarız ya: yenilenmenin heyecânı nasıl kıpır kıpır her yerimizden belli olur! Onun gibi bir şey işte: aslı Arabca veyâ Farsça olan kelimeye –sel, -sal takıvermek… Eskiler buna, modern ve iptidâî tüfeklere teşbîhen; altı kaval, üstü şeşhâne derlermiş.

Yerine bir şey yakıştıramadığımız için, bizimkini inkâr etsek bile, târîh-seldir. Tabiî, bu da mantık-saldır. Masa, kasa kimdeyse yasa da ondan yanadır. Halkın irâdesi masal olduğuna göre, bahâneler yasal olmalıdır. Saldım çayıra: kır-sal. Mevlâ kayıra: kut-sal. Mâzî: masal. Hâl: kamu-sal. Âkıbet: tamu-sal.

Her şey bir yana, olur olmaz mevzu’larda millî damarları kabaranlar, ne hikmetse, bu husûsda hiç ses çıkarmazlar… Halbuki, millet olmanın ana direklerinden biri ana dilin sağlamlığıdır. Binlerce yıllık mâzîye sâhip bu milletin dili, geçirdiği târîhî mâcerâya uygun olarak gelişmiş, genişlemiş; düşünce ve gönül birliğini sağlayacak kıvama gelmiştir.

Nesilleri birbirine rabteden bu vâsıta, orasından – burasından tırtıklana tırtıklana, asliyetini kaybetmiştir. Her on yılda bir uydurulan kelimelerle insanların düşünce dünyâsı alt üst edilmiştir. Kalblerden kafalara giden can damarları dumûra uğratılmıştır. Geçmişi geleceğe bağlayan köprüler yıkılmıştır. Arı – duru derken, nice maddî ve mânevî medeniyetleri kuran bu azîz milletin çocukları, birkaç yüz kelimelik bir lisânla anlaşmaya çalışır hâle getirilmiştir.

Dünyânın en zor yazılarını terk etmeyen Japonlar, Çinliler, İsrâilliler teknolojide bize nal toplatmaktadırlar. Geçmiş arşivimizi yakmakla, ele-âleme satmakla kalmamış; elde olanları da okuyamayacak hâle getirmişiz. Kaybettiklerimize karşılık, o, dilimizden düşürmediğimiz sözde hedefimiz olan muâsır medeniyet seviyesine çıkabilse idik, yine ne ise! Heyhât, onu da yakalayamadık. Yüz senedir yaşadıklarımıza bakılırsa, kıyâmete kadar da yakalayamayacağız.

Medeniyetler önce gönüllerde, kafalarda kurulur. Sonra taşa, toprağa sirâyet eder. Hak, hukûk, sevgi, saygı, fazîlet, fedâkârlık, yardımseverlik olmadıktan sonra, dünyâyı yıkacak güce erişmek medeniyet midir? Beşeriyeti kana bulamak; hayvan ve bitkilere hayat hakkı bırakmamak ilerleme midir?

Yesevî’yi, Yûnus’u, Mevlânâ’yı, Fuzûlî’yi, Bâkî’yi, Şeyh Gālib’i, Nâbî’yi, Nef’î’yi, Nedîm’i, Nâmık Kemâl’i, Âkif’i, Yahyâ Kemâl’i, Hâşim’i, Hâmid’i, Fârûk Nâfîz’i, Necîb Fâzıl’ı; Ahmed Midhat’ı, Ahmed Râsim’i, Ahmed Hikmet’i, Cenâb Şehâbeddin’i, Süleyman Nazîf’i, Refîk Hâlid’i, Abdulhak Şinâsî’yi, Tanpınar’ı, Peyâmî’yi, Cemîl Meriç’i; Ahmed Cevdet’i, Elmalılı’yı, Konyalı Vehbî’yi, Ömer Nasûhî’yi, Bedi’üzzamân’ı anlayacak beyin ve yürek olmadıktan sonra Einstein olsak ne faydası var!

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )