Nurdan Haber

Nevrûzu Anlamak

Nevrûzu Anlamak
25 Mart 2017 - 17:11

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, “Ölüm, nevrûz günümüzdür, baharımızdır.” derken, sanki kendi vefât târihine işâret ediyordu. Bu ifâdesi ile iki hakîkati birden belirtiyordu. Gerçekten, ölüm insan için yeniden dirilişin, baharın başlangıcıydı. Ayrıca, kendisi 21 Mart ve 22 Mart gecelerini, Şanlıurfa’da, hasta olarak geçirmiş, 23 Mart 1960, Çarşamba günü saat 03.00’de Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştu.

Eserlerinde nevrûzdan şöyle bahsetmişti: “Gel, bugün nevrûz-i sultanîdir.(*) Bir tebeddülât olacak; acîp işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahâlî de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mu’cize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Âdetâ bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.

Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, her şey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mâhir sihirbazlar dahî bu san’atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o pâdişâhın çok büyük mu’cizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrîb edilip başka yere kurulacak?”

İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâblar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür’atli içtimâlar, dağılmalar, teşkîller, tahrîbler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtimâ için on sene kadar masraf yapılıyor.

Demek bu vaz’iyetler maksûd-i bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O Zât mucize ile yapıyor, tâ sûretleri alınıp terkîb edilsin ve netîceleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-i imtihanının her şeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.

Demek, bir mecmâ-i ekberde, muâmele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda dâimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaz’iyetler, sâbit sûretler, bâkî meyveler veriyorlar.

Demek bu ihtifâlât bir saâdet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gàyeler içindir.

(*)Bu Suretin remzini Dokuzuncu Hakikatte göreceksin. Meselâ, nevrûz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahrâ ise, bahar mevsimindeki rû-yi zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın iptidâsından yazın intihâsına kadar, Sâni-i Kadîr-i Zülcelâlin, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâlin kemâl-i intizamla değiştirdiği ve kemâl-i rahmetle tâzelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcudât-ı bahâriye tabakàtına ve masnûât-ı sayfiye tâifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medâr olan mat’ûmâta işarettir.”

“Üstad gezmeyi, bilhassa bahar ve yaz aylarında kırlarda dolaşmayı çok severdi. Mahlûkatla, mevcudatla başbaşa kalıp, derin derin tefekkür ederdi. İstanbul’da, nevrûz günü (21 Mart) kıra giderken, bizi de yanında götürdü. Kırda,”Bugün mahlûkatın bayramıdır” diye nevrûzun önemini bize anlatmıştı. Kırdaki köpeklere ekmek parçası verdi.”Bugün, bu nevrûz bayramından, bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim.” demişti. Çok sevinçli bir hâli vardı, nevrûz günü…”

Bilindiği gibi, güneşin “koç burcu”na girdiği gün olan, Mîlâdî 22, Rûmî 9 Mart “gündönümü”, “bahar”, “yeni-yıl” olarak kabûl edilmektedir. Bu kabûlün Doğu Türkistan’dan, Anadolu üzerinden, Balkanlar’a kadar aynı olduğunu görüyoruz. Bu geniş coğrafya üzerinde yaşayan Türk ve diğer unsurlardan gelen milletlerde baharla, yeni yılla ilgi kültürlerin aynı veyâ çok benzer bulunması, konunun târîhin derinliklerine inen köklerini araştırma mecbûriyeti doğurmuştur.

Asya Hunları (MÖ 220 – MS 216) zamanından beri Türk kavimlerinde kullanıldığı bilinen en eski Türk takvîmi, “12 hayvanlı Türk takvîmi”dir. Göktürkler’de, Uygur Türkleri’nde, Tuna Bulgarları’nda, İdil Bulgarları’nda ve daha önceleri de büyük ihtimalle Hun Türkleri’nde kullanılmış olup, Türkler arasında çok yaygın bir sistem olmuştur.

Kâşgar’lı Mahmûd, Divân-ı Lügàti’t-Türk isimli eserinde bu takvîmin nasıl doğduğunu anlatmaktadır. On iki hayvanlı Türk takvîmi, güneş yılına göre hesaplanmıştır. Günün başlangıcı olarak, gece yarısı kabûl edilmektedir.

Türklerin kullandığı takvîmlerden birisi de “Celâlî Takvîmi”dir. Takvîm, adını Büyük Selçuklu Sultânı Melikşâh’ın “Celâleddîn” lakàbından almaktadır. Sultan tarafından Isfahân ve Bağdâd’da kurdurulan rasathânelerde, devrin astronomi âlimleri görevlendirilmiştir. Bu astronomlar m. 1074-1075 / h. 467 yılında muhtelif rasatlardan sonra bir takvîm meydana getirmişlerdir.

Bu takvîm 1092 yılına kadar devlet işlerinde kullanılmıştır. Ancak, halk arasında ya 12 hayvanlı Türk takvîmi veyâ İslâmîyet’in mânevî te’sîriyle hicrî takvîm kullanılagelmiştir.

İşte, gerek 12 hayvanlı Türk takvîminde, gerek güneş yılına göre sonradan düzenlenen Türk takvîmlerinde yılın başlangıcının hep 22 Mart’a, gündönümüne, bahâra dayandığı görülmektedir. Hattâ Selçuklulardan sonra bölgeye hâkim olan İlhanlılar zamanında takvîm ıslâh çalışmaları devâm etmiş, Gazan Han’ın devrinde Celâlî takvîmi ıslâh edilerek 13 Mart 1302’den îtibâren “Târîh-i İlhân” nâmiyle kullanılır olmuştur. Bu iki takvîm son zamanlara kadar Îrân ve Afganistan’da kullanılmıştır.

Arablarda güneş yılı kullanılmadığı için, bahar veya yeni-güne dayalı yılbaşı da görülmemektedir. İslâmiyetten önce Mûsevî komşularının te’sirinde olan Arab kavimlerinde yılbaşının sonbahara rastladığı tesbît edilmiştir. Nevrûz geleneği Arablara, Sâsânî Devletinin Müslümanlarca ortadan kaldırılmasından sonra, Îrân’dan geçmiştir.

Zerdüşt dîninde olan eski Îrânlılar, Ferverdî ayının ilk günü olan Nevrûz’u, yeni yılın ilk günü olarak kabûl ederler ve bugünü bayram olarak kutlarlardı. Halk, nevrûz dolayısı ile büyük şenlikler yapar; ateşler yakılır, birbirinin üzerine su serpilir, hükümdârlarca hediyeler dağıtılırdı.

Îranlılarda nevrûz, bazı vergilerin toplanma dönemi idi. Bu gelenek, Îran’ın fethinden sonra da devâm etmiş, vergilerin râhat toplanabilmesi için, Abbâsî’lerin döneminde nevrûzun, yâni vergi toplamaya esâs olan sene başının yaz aylarına alınmasına kadar varmıştır. Ancak, halk tarafından îtibâr görmediğinden yılbaşı, yeniden eski yerine getirilmiştir.

Îrân geleneği, zamanla İslâmî bir hüviyete bürünmüş, bugünle ilgili yeni rivâyetler ortaya çıkmıştır. Hadîs-i Şerîflerde 10 Muharrem (Aşura) günü meydana geldiği bildirilen mukaddes olayların, bu rivâyetlerle, nevrûzda olduğu iddiâ edilmiştir. Bunlar: dünyânın yaratılması, Hz. Âdem’in yaratılması, Hz. Âdem’le Havvâ’nın pişmanlıklarının kabûl edilip Arafat’ta buluşmaları, Hz. Nûh’un gemisinin karaya oturması, Hz. Yûsuf’un kuyudan çıkarılması, Hz. Mûsâ’nın Kızıldeniz’den geçmesi, Hz. Yûnus’un balığın karnından kurtulması gibi kutlu olaylardır.

Türk destanlarında ise, nevrûz hakkında en önemli rivâyet bugünün Ergenekon günü oluşudur. Bu konu, Şecere-i Türk adlı kitabında Ebu’l- Gàzî Bahâdır Han tarafından teferruatıyla anlatılmaktadır.

Bu gelenekler Anadolu’da kurulan Akkoyunlularda ve Osmanlılarda da devâm etmiştir. Hattâ Osmanlılarda daha da gelişmiş, saray an’aneleri arasında yer almıştır. Sarayın da bu işi benimsemesi sebebiyle “Nevrûz-i Sultânî” tamlaması kullanılır olmuştur. Osmanlılarda bu geleneğin erken dönemlerde görünmesi bu kültürün devâmlılığına işârettir.

Osmanlı sarayındaki nevrûz törenleriyle ilgili olarak Sultan II. Abdulhamîd’in kızı Ayşe Osmanoğlu, hâtıralarında şu bilgiyi vermektedir: “Nevrûz, bahârın ilk günü olduğundan, bir gün önceden eczâhâne-i hümâyûnda hazırlanmış olan “nevrûz mâcûnu” denilen, üzerine altın tozu dökülmüş, kırmızı renkte nevrûz şekeri hâzırlanır, tüllere bağlı güzel kâseler içinde hânedân âzâsına, vükelâya, mevkî sâhiplerine, bendegâna dağıtılırdı. Lezzeti pek güzeldi. Sabah erken, aç karnına yenmesi şifâlı imiş. Bunun için gümüş tepsilere konur, yanına da “s” ile başlayan yedi türlü yiyecek dizilir, getirilirdi. Bunlar: susam, süt, simit, su, sâlep, safran ve sarımsak idi. Bunlardan birer parça yalanınca şifâ getireceğine inanılırdı.”

Türklerin Anadolu’ya ayak bastıkları zaman karşılaşıp tanıştıkları, orada yaşayan pek çok kadîm kavîmden biri de Kürdler idi. Arab fetihleri sırasında Müslüman olan Kürdler, İslâmiyetin bu kahraman evlâdı olan Türklerle kaynaşmakta gecikmedi. Fars mitolojisinde yer alan Kâveh Âhengîr (Demirci Kâve) efsânesi, Kürdlere göre kendi kavimlerinin başlarından geçen olayları anlatmaktadır. Firdevsî’nin Şehnâme’sinde daha sonra kayda geçirildiği hâliyle, halkın temsilcisi demirci Kâveh’in zâlim Bâbil kralı Dahhâk’a karşı isyân başlatması, baharın başlangıcı olan nevrûz gecesine rastlamıştır. Bu kavmin târihinde nevrûz, bağımsızlığı ve maddî ve mânevî bahârı müjdelemektedir. Bu mitolojik hâdisenin 4-5 bin yıl öncesine, Zerdüşt dînîne kadar dayanmakta olduğu; Gûtiler, Hurriler, Kassitiler, Mitanniler, Urartular, Asûriler ve Medler ve müteâkib kavimler tarafından çeşitli şekillerde devâm ettirilmiş bulunduğu kaydedilmiştir.

Bu gün Farslar, Anadolu Türkleri, Kürdler, Zazalar, Azeriler, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler, Tacikler, Özbekler,Kırgızlar‘la beraber neredeyse tüm kuzey yarımküre tarafından kutlanan geleneksel yeni yıl, tabîatın uyanışı ve bahar bayramıdır. Nevrûz geleneği, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hâlen şöyle kutlanılmaktadır:

Söğüt’de Ertuğrul Gàzî Törenleri, daha önceleri “Mart Dokuzu”na rastlayan nevrûz günü yapılmakta iken, Sultan II. Abdulhamîd’le birlikte, hükümdârın tahta çıkış günü olan 19 Ağustos’a alınmıştır. Sonraları bu şenlikler Eylül ayında yapılmaya başlanmıştır.

Toros Türkmenlerinde, yayla ve köylerde 22 Mart’ta, şehir ve kasabalarda mart ayının üçüncü pazar gününde “Nevrûzunuz kutlu, dölünüz hayırlı, bereketli olsun!” ifâdeleriyle kutlanmaktadır.

Ege bölgesinde yaşayan Tahtacı Türkmenlerinde, Rûmî yıla göre Mart’ın 9’u Sultan Navrûz adıyla kutlanmaktadır. Nevrûzdan sonra yaylalara çıkılır. “Mart dokuzundan sonra dağlar misafir alır.” darb-ı meseli halk arasında söylenmektedir.

Alevî-Bektâşî Türk toplulukları nevrûzu, Hz. Alî’nin doğduğu gün olarak kabûl ederler. Büyük törenlerle kutlarlar. Bugün de “âyîn-i cem” yapılıp, nefesler okunur.

Güneydoğu Anadolu’da, Gâzîantep ve Diyarbakır çevresinde 22 Mart gününe Sultan Navrız denmekte ve kutlamak için kırlara çıkılmaktadır.

Doğu Anadoluda bu gelenek biraz daha geç, eski hesap 17 Mart’ta, ziyafetlerle, ateş çevresinde eğlenerek kutlanmaktadır. Bu bölgede mart ayının ilk çarşambasına “Kara Çarşamba” denmekte ve âdetâ, nevrûz eğlenceleri bu tarihte başlamaktadır.

Egede ve Orta Anadolu’da, Manisa ve Amasya’da “Mart Dokuzu” nevrûz olarak kutlanmakta, biraz daha dînî bir hüviyet kazanmaktadır. Mesir mâcûnunun yapıldığı gün, nevrûza en yakın Pazar günüdür.

Bir milletin fertleri tarafından ortaklaşa paylaşılan sevinçler, hâtıralar, duygular, âdetler bayramları meydana getirmiştir. Bunlar dînî veyâ millî kaynaklı olabilirler. Ayrıca, bir toplum tarafından yeni kabûl edilen dinler, o toplumun önceki dönemlerine âit âdetlerine bir takım yasaklar koymuştur. Fakat, toplumun içine yerleşmiş, maddî ve mânevî kültürüne karışmış geleneklerin, dînî emirlere rağmen yaşamaya devâm ettiği, hattâ dînî bir kılığa bürünerek meşrûlaştığı da vâkîdir.

İşte, eski Türklerde yeni-yıl, yılbaşı, yeni-gün gibi adlarla ifâde edilen ve köklü olarak yerleşmiş bulunan âdetler, İslâmiyetin yaygınlaşmasiyle şekil değiştirmiş, tâbir câizse, Müslümanlaşmıştır. Bundan ayrı olarak, toplumun yaşadığı coğrafî bölgenin iklîm şartlarına göre, baharın başlangıcı da değişik târihlere kaymıştır. Genellikle mart ayının 21’i kışın sonu ve 22’si baharın başlangıcı olarak kabûl edilmişse de, güneye inildikçe, baharın erken geldiği yerlerde şubat ayında bile bahar şenlikleri yapıldığı görülmektedir. Meselâ: Siirt ilinde bu, “Cigor” an’anesi hâlinde hâlâ yaşamaktadır. Bundan bir müddet öncesine kadar “Re’su’l-hacer” denilen yeşillik ve çiçekli mevkie gidilip, ilkbaharın müjdecisi olar nergis çiçeklerinin toplandığı orta yaşlıların hâtırlarındadır. Baharın gelişini kutlamak için, bugün bile damlarda meş’aleler yakılmakta, Asya-Balkanlar hattında süregelen geleneğin bâzı unsûrları tekrarlanmaktadır.

Kışın biraz daha geç bittiği, yeşilliğin ve çiçeklerin biraz daha sonra görüldüğü yerlerde bu âdet “Hıdırellez” şekline bürünmüş ve mayıs ayına kaymıştır.

Görüldüğü üzere, Türklerde ve târih boyuncu birlikte oldukları diğer kavîmlerde yılbaşı, bahârın başlangıcından hesap edilmekte ve bugün için özel merâsimler yapılmaktadır. Asya’da yaşadıkları zaman temâs ettikleri medeniyetlerin kayıtlarında: “Türklerin, yılları ağaçların yeşermesiyle hesap ettikleri” belirtilmektedir.

Eski – yeni bütün Türk âdetlerinde görünen bu durum, İbrâhim Hakkı Hz.nin Mârifetnâme isimli kitabında da tesbit edilmiş; yılbaşı, güneşin koç burcuna girdiği gün olarak belirtilmiştir. Hattâ, bilindiği üzere, 22 mart günü doğan güneş, henüz Tillo’ya vurmadan, İbrâhim Hakkı Hz.nin yaptığı hesaplar ve sistemler sâyesinde, üstâdı İsmâil Fakîrullah Hz.nin sandukasının başucuna düşüyor, oradan bütün sandukayı yalayarak ayak ucuna kadar geliyor, bu dakîkadan sonra Tillo’ya güneş ışınları aksediyordu. Mâalesef, bu sistem bugün bozulmuştur. Çağın imkânlarıyla da eski hâline getirilememesi üzüntü vericidir. Temennîmiz, bizzat Türk mühendis ve ilim adamları tarafından onarılması ve geri kafalılıkla suçladığımız ecdâdımızın rûhâniyetlerinden böylelikle özür dilenmiş olmasıdır.

Türk topluluklarında nevrûz, noruz, navrız, Ergenekon, bozkurt, çağan gibi adlarla kutlanan baharın gelişi ile ilgili olarak çeşitli gelenekler meydana gelmiştir. Orta Asya’dan Balkan Türklerine kadar bu gelenekler ve törenler tesbit edilmiş ve ilim dünyâsında yayımlanmıştır.

Buraya kadar îzâh etmeye çalıştığımız husûslardan anlaşılıyor ki, baharın başlamasıyla ilgili törenler, insanlık kadar eskidir. Asya’da Türk kültürünün hüküm sürdüğü bütün topraklarda, Anadolu’da, Balkanlar’daki soydaşlarımız arasında, Avrupa karası içine giren Kafkasya’da, Kırım’da hâlâ çeşitli isimler altında hâtırlanıyor, kutlanıyor.

İnsanları millet hâline getiren temel unsûr kültürdür. Dil, dîn, örf ve âdetler, san’at ve edebiyât kültürün maddî ve mânevî yönlerini teşkîl eder. Milletler kültür yapısındaki farklılıkları koruyarak, geliştirerek, çevresini etkileyip, etkilenerek millî benliklerini muhâfaza etmişlerdir. Âlemşümûl dinler, doktrinler millî yapıyı ortadan kaldırmayıp, aynı düşünceye sâhip olanları ortak noktalarda birleştirir, kuvvetine göre, anlaşmayı, barışı, birlik ve berâberliği sağlarlar. Buna şâhit İslâmiyet’tir. İslâmda arabın arap olmayana, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Vatan, millî bir âilenin yuvası olmak özelliğiyle “Vatan sevgisi îmândan” sayılmıştır. Milliyetler ırkçılık şeklinde düşünülmemiş, İslâma siper olan, kale olan, zırh olan bir mefhûmdur diye kabûl edilmiştir. Dış düşmanlar, silahla yapamadıklarını, hile ile yapmak, birlik ve berâberliği bozmak ve parçalamak için ırkçılık tohumlarını içimize atana kadar, târîhin gördüğü en uyumlu devletler, en geniş topraklar üzerinde, İslâmın potasında eriyen Türklerin kurdukları olmuştur. Binlerce sene dinler, ırklar, diller, kültürler farklı da olsa, birlik içinde, huzûrlu, insanlığa şeref kazandıracak tablolarla dolu, müreffeh, imrendirici bir hayat yaşanmıştır.

Parçalandık önce kalben, sîreten;

Kaldı ölmüş, rûhu gitmiş bir beden.

Tilki, kurt, sırtlan, çıyan.. saldırdılar;

Kaç asırdır bitmiyor hâlâ şölen…”

Bugün, çeşitli siyâsî sebeplerle paylaşılamayan bu an’anenin birbiri ile komşu olmuş, ayrı unsurlardan meydana gelen topluluklarda veyâ farklı inançlara sâhip kitlelerde değişik şekiller ve mitolojik rivâyetlerde nakledilmesi tabiî bir hâldir. Netîce îtibâriyle, insanların birbirinden maddî alış verişleri olduğu gibi mânevî konularda da ilgilerinin bulunduğu bir gerçektir. Daha önce belirtildiği gibi, Mezopotamya’nın kadîm ahâlisinden Kürtlerde Demirci Kâve, Îrân’da Pers Kralı Cemşîd ve Zerdüşt efsâneleri nevrûzla ilgilidir. Afganistan’da Yılın Son Çarşambası nevrûz kutlamalarının başlangıcıdır. Yezîdilerde ve Bahâîlerde yeni yıl, ilk bahar dînî merâsimlerle nevrûzda kutlanır. Anadolu ve eski Osmanlı topraklarındaki Mevlevîler, Alevîler, Bektâşîler de nevrûzda husûsî dînî faaliyetlerde bulunurlar.

Malına sâhip çıkmayanın o malı zâyî edeceği şüphesizdir. Biz de, bilerek – bilmeyerek, bâzı değerlerimize sâhip çıkmamışız; onları ele kaptırmışız. “İlim ve san’at takdîr görmediği yerden kaçar.” demiş İbn-i Sînâ… Doğru söz! Misâfir bile istenmediği yerde kalmazken, bu nâzenîn, mânevî nesneler nasıl kalsın? Kültürümüz de böyledir; tabiî, kültürümüzün maddî ve mânevî unsûrları da böyle… Duymuş, okumuş veyâ görmüşüzdür: lokumumuza, şiş kebabımıza bir millet; sazımıza, şarkımıza bir başka millet; şiirimize, yazımıza daha bir başka millet sâhip çıkmaktadır. Biz, kültürlerin birbirine te’sîr ettiğini inkâr etmiyoruz: asırlarca üzerinde yaşadığımız topraklarda, kıt’alarda bizden başka pek çok milletler de yaşamıştır. Bu tabiîdir. Biz, onların da mîrasçısıyız; onlara insan olarak çok şey borçluyuz. Kendilerine olan şükrân borcumuzu, samîmiyetle edâ ediyoruz: ören yerlerimiz, müzelerimiz, evlerimiz, edebiyâtımız, mûsıkîmiz.. onlardan öğrenip benimsediğimiz, devir aldığımız maddî – mânevî nice değerlerle dolu! Üniversitelerimizde eski çağlara bölümler ayırmışız; Sinan’ın eserlerini koruduğumuz kadar, belki daha fazla, onlardan gelenleri muhâfaza ediyoruz! Biz, millî ve dînî hasletimize yakışır şekilde, bu topraklarda bizden önce yaşayanlara vefâ duygumuzun gerektirdiğini îfâ ediyoruz!

İnsanların şahsî, âilevî, içtimâî hayâtının idâmesi için asgarî müştereklerde birleşmeye çalıştıkları bir çağda, bizlerin fitne-fesât içinde birbirimizi yememiz kimlerin işine yarayacaktır; hiç düşündük mü? Halbuki, aynı kan, aynı din, aynı vatan, aynı mâzî, aynı hâl, hattâ aynı istikbâle sâhip insanların, tâbir câizse: “Kardeş kere, kardeş kere, kardeş kere kardeş!” olanların, el için birbirine düşmelerinden acı ne olabilir?

El için dostluk bozulmaz!

Kan döküp, insan vurulmaz!

Vurduğun öz kardeşindir;

Müslümanlık böyle olmaz!”

 

Yukarıda arzettiğimiz gibi, asgarî değil, bâzı toplumların aslâ bulamayacakları, âzâmî müştereklerimiz, binlerce ortak noktalarımız vardır. Hepimizin Rabb’i bir, Peygamberi bir, Kitâbı bir, Kıblesi bir, ibâdeti bir.. bir, bir.. bine kadar bir! Milletimiz bir, vatanımız biz, bayrağımız bir, târîhimiz bir, tasamız-kıvancımız bir.. bir, bir yüze kadar bir! İlimiz bir, ilçemiz bir, köyümüz bir, komşumuz bir.. bir, bir ona kadar bir! Bu kadar birlikler içinde, biz niçin birleşemeyelim? Niçin başkalarının oyununa gelelim? “Ey inananlar! Allâh’ın ipine, dînine toptan, hep birlikte sımsıkı sarılınız!” “Birlik olunuz! Allâh’ın rahmeti topluluk üzerinedir!”

Hani milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne?..

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine!

Arnavudluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arab’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkes’e yâhut Kürd’e,

Acem’in Çinli’ye rüçhânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın.

Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın!”

 

Özetlersek, nevrûz geleneği Anadolumuzun her tarafında bugün de yaşanmakta, bayramlar tarzında, birlikte neş’elenmeye, birlikte eğlenmeye, yardımlaşmaya, kardeşliğe vesile olmaktadır.

Biz de, bu ve bundan sonra gelecek nevrûzların, vatandaşlarımız ve dindaşlarımızla birlikte bütün insanlığa birlik, beraberlik, kardeşlik ve barış getirmesini diliyoruz.

Verelim kuvveti hakkın eline;

Ezelim fitneyi, birlik olalım!

Kapılıp biz de bu gayret seline,

Ele bel bağlamadan kurtulalım…”

 

Kaynaklar:

Bedîüzzaman Saîd Nursî, Sözler

Dr. Müjgân Cumbur, Klasik Edebiyâtımızda Nevrûz

Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme

Firdevsî, Şehnâme

M.Âkif Ersoy, Safâhat

N.Şâhiner, Son Şahitler

Prof. Dr. A.H.Çay, Nevrûz

Prof. Dr. E.Artun, Nevrûz

Wikipedia

 

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )