Güneydoğuda görev yaptığım yıllardı. Öğrencilerim çoğunlukla fakir tabakadandı. Okul için gerekli elbiseyi zor buluyorlardı. Pantolon varsa, çorap yok; kazak varsa, gömlek yoktu. Palto zâten lükstü. Ayakkabı, lastik veyâ plastikti. Bunlar o kadar önemli değildi. Nasıl olursa idâre ederdi. Ama ceket ve kravat mecbûriydi; o, istisnâsız her göğüsten sarkacaktı. Bir gün, gömleği olmayan, yakasız bir kazak giymiş ve kravatını doğrudan boynuna bağlamış olarak sınıfa giren öğrenciyle ilk karşılaştığımda gülmek mi, ağlamak mı lâzım geldiğini kestiremedim.
Yıllar sonra, ayağında “blucin”, sırtında “ekose” yün gömlek, üstünde spor kadife ceket giyip üzerine ille de kravat takan medenî şehir çocuklarını görünce, tereddütsüz kahkahayı bastım! Anadolu halkı, boş yere bu kravata: “Medeniyet yuları” demiyor! O garip bez parçası olmadan medenî olunmuyor, besbelli… Yâhû kardeşim, şu Avrupalıyı taklit ediyorsun, anladık! Bârî, adam gibi taklit et! Bak, onlar neyin üstüne ne giyiyorlarsa; neyi ne zaman yapıyorlarsa, o şekilde davran. Yoksa, işte böyle “altı kaval, üstü şeşhâne” duruma düşer ve anlayanların nazarında maskara olursun…
Bu zavallı millete neler yapılmış! Daha doğrusu, neler yapılmamış? Târihî ve coğrafî vaziyeti, kültürü, alışkanlıkları, iktisâdî yapısı düşünülmeden; sırf birilerinin keyfi öyle istiyor diye, bin yıllardır süren ve cemiyet içinde benimsenip, âdetâ bir hayat felsefesi hâlini alan giyim-kuşamı, müstebit ellerle değiştirilmiş… Yalnızca bir zamanı kast ettiğim sanılmasın. Osmanlı Devletinin Avrupa’ya hayran ricâli tarafından, onların ilimde ve fende ilerlemelerinin tek sebebi kılık-kıyâfetler
Yuvarlanmaya başladıktan sonra, kuyunun dibine ulaşmak mukadder: bugüne kadar gelmişiz… İşte, şimdilerde Avrupa Birliği’ne girmek için hazırlandığımız – yoksa çırpındığımız mı demeli – bu günlerde kendiliğimizden bütün Avrupa modasını eskilerin “tehâlük” dedikleri şiddette bir istekle zâten uyguluyoruz.
Boynunda mezür, elinde makas bulunan bir sihirbaz, bütün insanlara, yakın gözlüklerinin arkasından istihzâ ile bakarak kumanda eder: “Etekler uzayacak. Uzat!”, “Üç adet düğme takılacak. Tak!”, “Paçalar daralacak. Daralt!” Biz şaklabanlar, bu uzaktan komutları mağaza vitrinlerinden, podyumlardan, gazete ve dergi sayfalarından duyar, ânında emri îfâya başlarız… Bu renk, bu yaka, bu darlık, bu yırtmaç, bu cep bana, bize uyar mı? Hiç düşünmeyiz. Bizler, düşünen değil; emirleri uygulayan medenî topluluklarız. İlimde, fende, teknikte ileri gidememiş olabiliriz; bunlar önemli değildir. Modada, dünyânın hangi ülkesi ile ve hangi milleti ile yarıştığımıza bakın Siz!..