Hürriyet güzeldir. Onu güzelleştiren, kâinâtı yaratan Allâhu Teâlâ’nın kānûnlara uymak sûretiyle bu hürriyeti kullanmaktır. Bu ne demektir? Önce, bizim kendiliğimizden var olmadığımızı, bizi yaratan üstün bir irâdenin bulunduğunu kabullenmektir. Bu irâdenin bizim için uygun gördüğü sınırlar içinde, başka insanların ve varlıkların haklarını da gözetmek üzere hareketlerimizde bir serbestlik olabileceğini idrâk etmektir.
İkinci Meşrûtiyetin i’lânı dolayısıyla, Üstâd Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin söylediği şu vecîz ifâde, söylemek istediğimizi tam özetlemektedir: “İnsanlar hür oldular; ama, yine abdullahdırlar.” Evet, idâre edenlerin, idâre ettikleri insanlar topluluğuna bağışladıklarını düşündükleri hürriyetlerin daha a’lâsı, yaratıcı tarafından verilmiş haklardır. Güçlüler herhangi bir şekilde bu hakları gasb etmiş olabilirler. Doğuştan her varlığın bir hakk-ı hayâtı olduğu gibi, bu hayâtı usûlüne uygun şekilde geçirmek hakkı da vardır. İnsanlar da, içinde yaşadıkları cem’iyyette durumları ne olursa olsun, bir takım vazgeçilmez haklara sâhiptirler.
Bu tabiî hak ve hürriyetleri kullanırken, “abd” olduğunu, bir yaratıcının kulu olduğunu, onun verdiği izin dâiresinde hareket mecbûriyeti bulunduğunu unutmamak lâzımdır. İnsânî bütün düşünce sistemleri, eğer kökünde ilâhî bir fikir hükmetmiyorsa, yaratıcıyı ve onun çizdiği sınırları bilmezden ve görmezden gelmek temâyülündedirler.
Bugün, düşünce sisteminin önderleri olarak takdîm edilen ve ekserîsi eski Yunan ve Roma’ya, bir kısmı da Asya ve Hind’e dayanan feylosofların düşüncelerinde, maâlesef, semâvî emirler ve telakkîler hükmetmemektedir. Nefis ve hevâdan nebeân eden isteklerin, birer düşünce sistemi kılığında insanlara takdîm edildiği görülmektedir. Zamânımızda, bilhassa son dînin mensûblarında – teknik ve iktisâdî geriliğin verdiği ezilmişlik, ümitsizlik ve şaşkınlıkla – Avrupa’dan esen her rüzgârın doğru ve isâbetli olduğu şeklinde yanlış bir inanç yerleşmiştir.
Onlardaki fikir adamları, bâtıl ve gayr-i ma’kûl olan mensûh dinlerine cebhe almışlar; fikirlerinde dünyâ hayâtını temel kabûl etmişlerdir. Toptancı bir görüşle, dîne âit bütün emir ve yasakları reddetmişlerdir. Bunların görüşlerine göre, insan maddeden ibârettir ve bu yönüyle saâdete erebilecektir. Rûhî yönlerden bahsederken bile, yalnızca nefis ve ona âit duyguları düşünmüşlerdir. Yüz yıllardır peşinden koştukları dünyâ saâdetini elde edememeleri, iddiâlarının boş olduğunun isbâtıdır.
Son zamanlarda, şahsî hürriyetlerin büyük bir kısmının elde edilmeye başlandığı ülkemizde, fikirlerinin binâsında batılı felsefecilerin bulunduğu anlaşılan bir kısım yazar, hürriyetleri her istenilenin yapılabilmesi şeklinde tefsîr ve te’vîl etmek emelindedirler. Onların sözlerine bakacak olursak, insanın “kul” olduğuna dâir bir şerh yoktur. Kendi başına buyruk, her istediğini, hiçbir mânî’ olmaksızın yapabilecek salâhiyette bir varlık…
Hattâ, bu düşünceye göre, insanın nefsinin her arzûladığını yapabilmesi, kendisine zarar verse de, başkalarına zarar vermemek şartıyla, her türlü mel’aneti işlemek serbest… Her türlü müskirat, uyuşturucu, fuhşiyâtın envâı, kumar vesâir akla – hayâle gelmedik menhiyâtı işlemek insan hak ve hürriyeti olarak sayılıyor… Tâbir câizse, tamâmen hayvânî bir serbestlik! Hayvânî diyerek, hayvanlara haksızlık etmeyelim. Hiçbir hayvanın fıtratına böylesine zıd bir icrâat yapabileceği görülmemiştir. Yemek – içmek gibi bâzı konularda, akılları olmadığından mes’ûl tutulamayacakları hareketleri bu tavsîfe sebeb olmaktadır. Yoksa, insanların yaratılışlarına uymayan hareketlerinden dolayı, hayvanların aklı ve dili olsa, bizi tekzîb edecekleri şübhesizdir…
Vücûduna, aklına, nesline, âilesine ve cem’iyyete zararını bile bile alkol ve tütün bağımlılığı; uyuşturucu maddelere mübtelâlık ne ile îzâh edilebilir? “Canım öyle istiyor. Hoşlanıyorum.” türünden saçma – sapan birkaç ma’zeretten başkasını söyleyebilirler mi? Evleri yıkan, ocakları söndüren kumar illeti için “Heyecan duyuyorum.” sözü geçerli bir bahâne olabilir mi? Bu sütunları kirletmemek için zikredemediğimiz daha nice sapıklığın hürriyet adı altında icrâsına kim cevâz verebilir?
Bizlere düşen, inandığımız çizgiyi muhâfaza ederek, diğer din mensûblarının, cem’iyyetlerin iyi ve faydalı taraflarını tahsîn etmek; kötü ve ilâhî yasaklara uymayan taraflarını takbîh ile men’e çalışmaktır. Bu da insânî hürriyetler meyânındadır. Çünki, bir insanın hayâtını, âilesini, aklını, nâmûsunu, malını ve inançlarını korumak en tabiî hakkıdır.
Bu gayet zor müdâfaada, eskisi gibi maddî silâh kullanılacak değildir. Zamânın silâhı fikir ve kanâatlerin söz ve yazı gibi vâsıtalarla, kimseyi zorlamadan; “akla kapı açmak, ihtiyârı elinden almamak” şekilde anlatılmasıdır. “Zîrâ, medenîlere galebe çalmak, iknâ iledir; söz anlamayan vahşîler gibi icbâr ile değildir.”