Nurdan Haber

Said Özdemir’in eniştesi Ve Isparta Milletvekili Said Yüce’nin babası İlhan Yüce hizmet hatıralarını anlatıyor

Said Özdemir’in eniştesi Ve Isparta Milletvekili Said Yüce’nin babası İlhan Yüce hizmet hatıralarını anlatıyor
07 Mart 2016 - 7:38

 İlhan Yüce, merhum Said Özdemir’in eniştesi, Said Yüce’nin babasıdır
SAİD ÖZDEMİR’İN ENİŞTESİ VE ISPARTA MİLLETVEKİLİ SAİD YÜCE’NİN BABASI İLHAN YÜCE HİZMET HATIRALARINI ANLATIYOR

İlhan Yüce 1934 Denizli doğumludur… Şimdi Ankara’da ikamet ediyor… Daha on yaşında iken çocuk gözüyle Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gören İlhan Ağabey, 1955 senesinde Astsubay olarak ordu saflarına katılır ve aynı sene içinde Risale-i Nur’u tanımakla müşerref olur. İlhan Yüce, 1959 yılında Bediüzzaman Hazretlerini Ankara Beyrut Palas Oteli’nde ziyaret eder ve duasını alır… Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebelerinden Said Özdemir’in kız kardeşi ile evli olan İlhan Yüce Ağabey, aynı zamanda Isparta Milletvekili Said Yüce’nin de babasıdır. İlhan Ağabey 1977 yılında emekli olmuş ve Ankara’ya yerleşmiştir.

16 Aralık 2008 Pazar günü bizi evinde kabul eden İlhan Yüce ağabeyle sohbetimiz uzun oldu. Muhtelif sorularımıza cevaplar verdi. Hizmet hatıralarını kaydettik. Ömer Özcan

İlhan Yüce Anlatıyor

1934 senesinde Denizli’de doğdum. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 1943 Denizli Mahkemesi dolayısıyla şehrimizde bulunduğundan, on yaşımda iken Üstad’ı gördüm ben. Bizim evimiz mahkemeye yakın caddenin üzerindeydi. Üstad ve talebelerini hapishaneden mahkemeye gelip giderken görüyordum… Elleri kelepçeli üçerli dörderli kafileler halinde götürüyorlardı onları… Birkaç metre önümden geçerler, ben kaldırımda durup garip garip bakardım onlara… Hatta çocuk aklımla: “Bunlara da talebe diyorlar; nasıl oluyor bu iş, böyle yaşlı talebe mi olur” diye düşünürdüm kendi kendime.

Ben o yaşımda namazımı kılar, dini şeyler arardım, meraklıydım. Hasan Feyzi Ağabey Dötrçeşme Camii’nde vaaz eder, ben onu dinlemeye giderdim. Hasan Feyzi Ağabey çok tesirli konuşur, cemaati hüngür hüngür ağlatırdı. Bir de ben Denizli’de iken Hulusi Ağabey Denizli Askerlik Şube Reisi idi. Babam beni O’na da götürdü, ama o yaşımda pek bir şey anlayamazdım.

Hava Astsubay İlhan Yüce, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiği yıllarda
RİSALE-İ NUR ALLAH, PEYGAMBER SEVGİSİNİ VE SÜNNET’E UYMAYI ÖĞRETİYORDU

1955 senesinde Havacı Astsubay olarak ordu saflarına katıldım. Bandırma, Kayseri, Merzifon, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da görev yaptım… Risale-i Nur’u 21 yaşında iken 1955 senesinde ilk görev yerim Bandırma’da tanıdım. Astsubay olarak orada bulunuyordum.

Bana Risale-i Nur’u tanıtan zatın ismi Yaşar Seçkin’di. O benden on yaş büyüktü… Aslında kendisi Eskişehir’de tarikat halifesiymiş. Beni önce şehirde deniz kenarına götürdü. Kitaplardan da getirmiş, okuyuverdi ve Risalelerin mahiyetinden bahsetti. Sonra beni evine götürdü… Orada tekrar bir şeyler anlattı bana. Bana biraz kitap verdi. Tabi o zamanlar daha matbaada basılmış eser yok, daktilo ile yazılmış teksir edilmiş kitaplardı. Bir tane kitap veriyor, mesela ‘Gençlik Rehberi’ni bir günde bitiriyordum ben. Evi de bana uzaktı, yarım saat yürüyüp kitabı değiştiriyordum.

O zaman daha bir aşkla okuyorduk biz bu kitapları… Risaleler aşkla okununca açılıyordu insana. Artık Yaşar ağabeyin evinde toplanıp dersler yapmaya başladık. Yaşar Ağabey hizmete benden başladı ama etrafları da dolaşıyordu devamlı. Cemaat çoğaldıkça çoğaldı… Kısa zamanda elli kişi kadar olmuştuk. O, bizim hatalarımız veya yanlış hareketlerimiz olduğunda Risalelerden açıp okur, yüzümüze vurmazdı. Sefahate ve ahlaksızlığa karşı İhlâsla okuduğu için herkes sinemayı, tiyatroyu, içkiyi, kumarı, açık saçıklığı bıraktı, tesir etti dersler bize… Ruhlarımız beslendikçe, huylarımız düzelmeye başladı…

Risale-i Nur öyle bir eser ki; Allah, peygamber sevgisi bir ise, onu yüze çıkarıyordu. Dolayısıyla Allah’ın rızasını kazanmak için Sünnete uymayı öğretiyordu…

BEDİÜZZAMAN: KARDEŞLERİM ARTIK KOMİNİZİM VE MASONLUĞUN BELİ KIRILMIŞTIR… KORKMAYIN…

1959 senesinde Üstad Hazretleri Ankara’ya gelmiş, Beyrut Palas otelinde kalıyordu. Bizi sabah namazından sonra çağırdı. Biz on beş kişiydik. Dört beş kişi üniversite talebesi, iki üç kişi astsubay, Said Özdemir Ağabey dâhil, esnaflarla beraber hepimiz on beş kişiydik. O, Tarihçe-i Hayat’ta merdivende çekilmiş resim var ya, işte onlarla beraber gittik biz. Ben o fotoğrafın çekildiği anda oradaydım, fakat arkalarda kaldığımdan çıkmamışım.

Üstad bizi kaldığı odasında karşıladı. Ayaküstü ders verdi bize: “Kardeşlerim artık Kominizim ve masonluğun beli kırılmıştır… Bundan sonra bir şey yapamayacaklardır… Korkmayın…” dedi. Masonluk ve komünistlik o zaman her tarafı sarmıştı. “Bundan sonra Risale-i Nur’un neşri bitmiştir, yeni telif yoktur… Bundan sonra vazifemiz uhuvvete çalışmaktır. Sizi üç Said olarak kabul ediyorum” dedi. O sırada Ankara’da matbaa yoluyla neşriyata çalışılıyordu. Onun için böyle dedi herhalde. Hiç unutmam, Üstad bilhassa uhuvvete çalışmayı söyledi bize… Hususan bunu söyledi.

Ben bir ara Üstad’ın yüzüne bakıyordum. Başını kaldırdı göz göze geldik. Hemen başımı yere eğdim. Nasıl güneşe bakamazsın, aynı onun gibi yüzüne bakamazsın Üstadın… Onun gözüne bakamazsın… Herkesin gözüne rahatça bakabilirsin ama ona bakılamazdı. Üstad O yaşta hala dinamik bir vaziyette idi. Sabah namazından sonra olduğu için, otelin çevresinde kalabalık falan yoktu… Kimse yoktu etrafta…

 İlhan Yüce ve şimdi Isparta Milletvekili olan oğlu Said Yüce
HAPİSTEN ÇIKMAK İSTEMEDİM

1960 ihtilalından üç ay evvel beni 163. maddeden askeri hapishanede hapsetmişlerdi. Bir evde, altında benim ismim bulunan bir mektup bulmuşlar. Beni 163. maddeden Askerî Mahkeme mahkûm etti. Tabi benim bir suçum yok… Mahkemeye çıktığımda, “Ne diyorsun?” dediler. Beratımı istiyorum desem beraat ettirecekler… Ben: “Askeriyede Risale-i Nur’ların okunmasını istiyorum” dedim. Bekir Berk Ağabey avukatımdı, o sırada bana “sus” diye seslendi.

Sonra bu hâkimleri ve savcıyı değiştirdiler. Önceki hâkimler müspetti. Daha ağır ceza vermek için; şahsî nüfuz temini maddesinin şümulüne soktular beni. Yani ona göre daha ağır bir ceza istediler. Hâlbuki kanuna aykırıymış bu… Bir ceza alana, yeniden bir ceza ile verilmezmiş. O zaman ihtilal yeni olmuştu. Her şeyi itiraz edip düzelten Avukat Bekir Berk Ağabey, nedense orada buna seslenmedi. Hatta Avukat Necdet Doğanata da vardı. Neticede bana bir sene hapis ve ordudan ihraç cezası verdiler.

Sonra ihtilalcılar bir af çıkarmışlar. Savcı bana: “Af çıktı, bir dilekçe ver de seni çıkaracağım” dedi. Ben yazmadım… Hapishanede rahatım iyiydi… Allah orada bana ‘Ehl-i Kehf’ uykusu gibi bir uyku vermişti. İhtiyarî olmayan bir uyku… Öyle tatlı bir uyku ki artık onun tadını tarif edemem, anlatamam sana. Ashab-ı Kehf’in ki gibi böyle tatlı bir uykuyu nerede bulacaksın başka yerde… Onun için ben hapisten çıkmak istemedim.

Savcı on beş gün sonra yanıma geldi: “Yahu ben sana dilekçe yaz demiştim, sen yazmadın” dedi. Beni aldı götürdü bürosunda kendisi yazdı. Bir de gözümün içine bakarak: “Bu sana Allah’ın bir inayetidir. Ben sana daha ağır ceza verdirmek için 163. maddeden çıkartmış, başka maddeye geçirmiştim. Af ise bütün maddelere vurdu, 163 maddeyi kapsama almadı. Biz daha ağır ceza verelim derken, sen de affa uğradın” dedi. Seneler sonra öğrendim ki, o savcı da namaza başlamış…

Hapisten çıktım, beş kuruş yok cebimde. Askeriyenin maliye müdürü vardır, ayrı bir yerde. Bu adam beni rüyasında görüyor. Ben onu tanımam, o beni tanımaz. Telefon etti bana: “Ben rüyamda seni gördüm, bir daha uyuyamadım, kanun kitaplarını karıştırdım, bir madde buldum, o maddeye göre senin dokuz aylık maaşını vereceğiz” dedi. Ve o para hemen geldi… Tabi bütün bunlar Allah’ın inayetiyle oluyordu… Allah’ın böyle inayetleri çok oldu bize…

POLİS BASKIN YAPTI MI ZÜBEYİR AĞABEY BENİ HEMEN TUVALETE SOKARDI

Hapisten yeni çıkmıştım. Dokuz ay yatmışım içerde. Korku morku kalmamış bizde. Gittim Ulus’ta bulunan 27 Numara dersanesine. Hem de resmi elbiselerle gittim. Zübeyir Ağabey de oradaydı. Bir gün orada benim başıma bir iş geldi. Ben ceketimi, şapkamı çıkarıp kapının arkasına asıp tuvalete girdim. Arkamdan polisler bastı. Ama her tarafı didik didik aradılar, akıllarına tuvalete bakmak gelmedi. Zübeyir Ağabey’i sıkıştırdılar, “Bu adam nereye gitti?” diye. Tabii ceket ve şapkayı görüyorlar, onun için soruyorlar. Binbaşı Hayri Bey’ler de aşağıda risale teksiri yapıyorlardı. Ama orayı bilmezdi polis. Yarım saat tuvalette bekledim, sonra gittiler. Bu hadiseden sonra kapı çaldı mı, Zübeyir Ağabey hemen tuvalete sokardı beni. Allah korudu, eğer orada yakalansaydım, muhtemelen Hayri Bey gibi beni de tard ederlerdi ordudan…

PAŞA DÂHİL BÜTÜN KOMUTANLAR ZELZELEYİ BENDEN BİLDİLER

Sene 1961… Ankara… İhtilaldan sonra… Bir nöbet meselesi oldu orada…

Bir binbaşı bana makinist nöbeti tutturmak istedi. Ben tutmak istemedim. Çünkü paraşütçüydüm ben; uçak karşılamayı, yakıtını doldurmayı bilmem, onun uzmanları ayrıdır. “Ben bunları bilmem” deyince iş büyüdü… Binbaşı odanın içinde bana bağırıp çağırmaya başladı… İşte tam o sırada bir zelzele koptu ki, hiç durmuyordu… Bizim bildiğimiz zelzele 3-5 saniye sallar dururdu… Ama bu hiç durmadan sallıyordu…  Orada bir soba var, tangır tungur gidip geliyordu boruları. Ben de korktum tabi zelzeleden. Zaten kendimden geçmişim. Onlar da çok korktular… Paşa dâhil hepsi geldi odaya doldular. Ben ayakta duruyordum. Paşa yanıma geldi: “Ne yapıyorsun İlhan?” demeye başladı… “Ben bir şey yapmıyorum!” dedim. Meğer zelzeleyi benden bilmişler. Sonra ben bu fırsatta çıktım gittim dışarıya. Daha sonra bizim kardeşlerden Başçavuş Mehmet Akif Usanmaz’dan duydum ben. Paşa: “Getir o kırmızı kitapları oku” demiş. Şimdi kendisi hayatta ve İzmir’dedir.

PİLOTUN KASKINDA GÖRDÜĞÜM AKREP ALLAH’IN BİR İNAYETİ OLDU BANA

1965 yılında olacak… Merzifon’dan Diyarbakır’a sürgün gittim ben. Bu sebeple herkes bizden kaçıyordu… Arkadaşlar tedbir için bana: “Sen takip ediliyorsun bize gelme” dediler. Ben de: “Tamam, madem öyle gelmeyeyim ne olacak” dedim.

Benim işim paraşütlere bakmaktı. Ben her şeyi dikkatli yapardım. Filo komutanım vardı, severdi beni; “Yahu biz oturuyoruz, bu çalışıyor” derdi. Ben hem kendiişlerimi, hem de filonun işlerini yapardım. 35 tane pilot vardı. Bir gün kasklarının içine bakarken baktım birinin içine akrep girmiş. Maskeyi çıkarmak için elimi içine soktum, fırladı yüzüme doğru… Allah’tan kendimi hemen geriye attım, yoksa yüzüme yapışıp sokacaktı… Pilotları çağırdım, bunu gösterdim. Bakın kaskların içinde buldum, kasklarınızı kayalık, taşlık yerlere koymayın” dedim. “Hemen hangi kaskın içindeydi “diye sordular bana…

Pilotlara birden bir emir çıktığında kaskın içine bakmadan takıp hemen hızla uçaklara giderlerdi. Akrep pilota soktu mu kendisi de gider, uçağı da giderdi. Çok sevindiler… Filo komutanı çok takdir etti beni. Hatta Diyarbakır çok sıcaktır, gelir bazen bana “Git” derdi. “Ben nereye gideceğim?” dediğimde, evine git derdi… Filo komutanı arabasını da bana verir, işlerimizi yap gör…” derdi. Hâlbuki komutan arabasını verir mi hiç. Ben o arabayla filonun işlerini, görürdüm. Tabi beni arabanın içinde görünce “Komutan geliyor” deyip; arkadaşlar hepsi selam duruyordu. Artık beni böyle görünce yanıma gelmeye başladılar…

CEBİMDEN ÇIKAN TESPİH TAKKENİN DAVASI

Diyarbakır’da bir tertiple, “Nurcu” diye beni içeri atmak istiyorlar. Bir gün beni Merkez Komutanlığı’na çağırdılar. Ben içeri girmeden evvel bir asker çıktı karşıma: “Başçavuşum kendine dikkat et!” dedi.  Hâlbuki üst makamların bileceği bir şeydi böyle şeyler. Bu asker nasıl biliyordu taaccüp ettim, biraz da ürktüm tabi. Beni içeri aldılar… Merkez Komutanı, hoş geldin falan deyip beni oturttu.  Paşa da diğer odada… Merkez Komutanı: “Biz dindarları severiz” deyip cebinden bir ‘Küçük Sözler’ kitabı çıkardı, başladı okumaya. Bana, arada bir “Anlıyor musun?” diye soruyordu. Anladım ki beni tuzağa düşürmek istiyor… “Yok, anlamıyorum” dedim. Bu şekilde yarım saat kadar benden laf almaya çalıştı… Sonunda, “Üstünde kitap var mı?” dedi. “Yok” deyince beni ayağa kaldırıp üstümü aradılar. Cebimden tespih ve takke çıktı… Suç aleti olarak masanın üzerine koydu onları. Ve beni tespih ve takke bulundurmaktan dolayı mahkemeye verdi. Sonra paşa geldi ve bana epey bağırdı çağırdı. O Paşa, Faruk Güventürk imiş meğer. Sonra orada bir hâdise oluyor ve onun tayinini çıkarıyorlar.

Sonradan İstanbul’a tayin oldum. Bu tespih takke mahkemesi için Diyarbakır’a kaç sefer geldim gittim artık sayısını bilmiyorum. O beni ikaz eden asker belki de evliyaullahtan birisiydi… Üstad Hazretleri de yirmi yerde ölümden kurtulmuş inayetle… Menfi hareket olmamak şartıyla, talebeleri de inayete mazhardır inşallah…

İstanbul’da 1967-71 yılları arasında dört sene kaldım. Sonra 1977’de emekliliğime az bir zaman kala, Vakıflara ait Taşdelen Su Fabrikası Müdürü olarak tekrar gittim İstanbul’a.

İstanbul’da görev yaparken Zübeyir, Tâhirî, Bekir ağabeylerin çamaşırlarını bizim evde yıkardık… Çamaşır makinesiyle hanım yıkardı… Zübeyir ağabeyle çok beraberliğim olmuştu. 1962 senesinde ben Ankara’da görev yaparken bekâr ve 25 yaşlarında olduğumdan, beni yanlış yerlere gitmesin diye takip ederdi… Bu Üstad’ın yetiştirdiği ağabeyler kalpten geçenleri de bilirlerdi…

OĞLUM SAİD İLAHİYAT TALEBESİ ARKADAŞLARIYLA EVİMİZDE DERS YAPARLARDI

Sene 1958, Sincan’da oturuyorum… O zaman Ankara’da kitap baskı işleri vardı. Bir Pazar günüydü, hizmete gidiyordum… Anam namazlarını kıldığı halde, bilmediğinden ve şefkatinden; “Ben seni şikâyet edeceğim” dedi ve arkamdan gelmeye başladı… Otuz kırk metre kadar gittik, şöyle arkama bir baktım, hemen yığıldı kaldı oraya; düşme değil ama… Ayağına bir sızı girdi yürüyemiyor… Artık döndüm, eve yatırdım… İki ay ayağa kalkamadı… “Oğlum bana dua et” dedi. Bilmediğinden söylüyordu… Sonra iyileşti.

1982’de anamı yanıma getirdim. Benim oğlan Said, İlahiyat Fakültesi’nde okuyordu. Dindar arkadaşları eve geliyor, beraber ders yapıyorlardı… Bir ara anam onların gelmesini istemedi… O sırada saçını asılmışlar birileri… Rüyasında değil, uyanıkken… Kim asıldığı belli değil… Gayptan… Aklıma geldi, “Ana sen unuttun mu, hani hastalanmıştın?” Bu hadise birkaç kere tekerrür edince: “Ana sen bunlara karışma, yoksa seni rahat bırakmaz bunlar” dedim. Sonra korktu ve karışmaz oldu…

Babam eski lise mezunu kültürlü bir insandı… Namaz kılmaz ama benim kılmamdan çok hoşlanırdı. Sabah namazına bile beni camiye kendisi yollardı. Ben sonraları ona Risale-i Nur’dan namaza dair bir mektup yazdım. Bana, “Oğlum çok ‘mütehassis’ oldum (çok duygulandım) diye bir cevap yazmış. Ben mektuptaki ‘mütehassis’ kelimesini her nasılsa ‘müteessir oldum’ diye okumuşum. Allah Allah niye müteessir oldu diye çok üzülmüştüm. Sonra öğrendim ki babam da namaza başlamış, beş vakit camiden çıkmaz olmuş.

            Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor-3

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )