Nurdanhaber-Haber Merkezi
EKREM KILIÇ
Çocukluğumun Ramazanları
I
Bilemem neden o kadar güzel
Şu, çocukluğun ramazanları?
Daha dün imiş gibi canlıdır;
Hiç unutmadım ben o anları…
Gazetelerde, eski ramazan günlerini anan yaşlıların hâtıralarına rastlanır. Elbette her yazar, kendi yaşına göre geçmiş yılları anlatmaktadır. Özellikle çocukluk çağında silinmez izler bırakan ramazan ayları, ileri yaşlardaki kişilerin zihninde ve hayâlinde, yaşanmış en güzel zamanlardır. Güzel olmakla birlikte, değişen şartlar sebebiyle, geri gelmesi mümkün olmayan vakitlerdir. Bu zamanları o günlerden bu günlere taşımak, hakkıyla anlatmak zordur. Ancak, zor olmasına rağmen, ifâde edilebildiği kadarı bile, anlatana olduğu kadar okuyana da zevk vermektedir ki, bu âdet devam edegelmektedir.
Bu ramazan-ı şerîfte, bendeniz de altmış yıl öncelerine âit hayat sahnelerinden kesitler sunmaya çalışacağım. Anadolu’nun birçok ilçesi gibi, anlatacağım hâdiselerin yaşandığı bu kasaba da, bugün köylerde bulunan pek çok imkândan mahrûm idi. Şimdiki hayatın vaz geçilmez nice unsûru, 1950’lerde hayal bile edilemeyen konulardı.
Yaşadığımız ilçe, Osmancık, Orta Karadeniz Bölgesinin iç kısımlarında yeralan, bereketli bir ova üzerinde ve Kızılırmak kenarında kurulmuş, târihî bir yerleşim alanı idi. Çok büyük bir kaya kütlesi üzerindeki kalesi, ırmağın üzerindeki kadîm taş köprüsü, mütevâzı Anadolu evleri, verimli bağ – bahçeleri ve mânevî değerlerine hâlâ kıymet veren, Osmanlı kültürünün izlerini taşıyan sıcak kanlı insanları ile çocukluğumun güzîde hâtıraları bu kasabada teşekkül etti.
Burada aklımda kalan ilk ramazan, yaz aylarına tesâdüf etmekte idi. Bunu te’yid için, internette yer alan târîh çevirme usûllerine başvurduğumda, 1950 yılı (hicrî 1369) ramazanının temmuz ayına tesâdüf ettiğini gördüm. Demek ki, hâfızam beni yanıltmamıştı.
Bu yıl, uzun bir zaman halkın rağmına hükümlerini zorla icrâ eden güçler, yapılan ilk serbest seçimde iktidârı kaybetmişti. Milletin istediği bir idâre iş başına geçmişti. Bunların da ilk icrâatı, ezanı aslî şeklinde okutmak olmuştu. Dînî bakımdan olduğu kadar, siyâsî bakımdan da gerçek hürriyete doğru adımlar atılacağına dâir halkın ümitleri canlanmıştı. Bütün bu durumlar idrâk edilen ramazanın daha aşk ve şevkle karşılanmasına vesîle olmuştu. İşte böyle bir vasatta iken aklımın erdiği, yapılanların az çok farkına vardığım ilk ramazan ile karşılaşmış bulunuyordum.
II
Daha önce, bu çevreyi okuyucularıma tanıtmak için, gazetemizde yıllar önce neşredilen “Geçmiş Yıllara Seyâhat” başlıklı yazımı, aşağıdaki köşeli parantez içinde ve italik harflerle dizilmiş bölümler hâlinde, istitrâten bu tefrikanın içerisine alıyorum. Mekân tasvîrleri ayrıca konuları içinde işleneceğinden, tekrarlar için özür diliyorum.
[Sevgili okuyucularımı elli – altmış yıl önceki zamanlara götürmek istiyorum. Yaşları, o günleri hatırlamaya müsâit olanlar, bu sûretle hâtıralarını tâzelemiş olurlar. Gençler de, bilmedikleri bir âlemi az-çok tanıma imkânı bulurlar…
Ülkemizde bu gün varlığının farkında olmadığımız nice nîmet, o günlerde yoktu. Elektrik, telefon, televizyon, buzdolabı, elektrikli veya gazlı fırın ve ocaklar, çamaşır ve bulaşık makinesi, soğutucu ve ısıtıcılar, motorlu araçlar .. hâsılı, aklınıza gelen ve gelmeyen bir çok eşyâ, o günkü insanların hayatlarını kolaylaştırmıyordu. Tabiî, onların temîni bakımından da, geçimlerini zorlaştırmıyordu…
İnsanların ihtiyaçları daha azdı. Bu az ihtiyaçların büyük bir kısmı mahallî imkânlarla îmal ediliyordu. Evler, çevredeki yapı malzemelerinin varlığına uyumlu olarak taş, toprak ve ağaçtan yapılıyordu. Çoğu bahçe içinde tek veya iki katlı mütevâzı’ evlerdi. Anadolu’da evler ya ağaç iskeletli, tahta arasına moloz dolgu duvarlı kârgir cinsinden veya yine ağaç iskeletli kerpiçten olurdu. Bâzen, tuğla duvarlı olanına da rastlanırdı. Deniz çevrelerinde, hava akımını sağlamak için, bütünü kereste ve tahtadan olan sağlıklı evlerde oturulurdu.]
III
[Evlerin bölümleri, pederşâhî (ata-erkil) bir âilenin, evli erkek üyelerinin eşleri ve çocukları ile bir arada yaşamasına uygundu. Evin mutfağı, kileri, banyosu, abdeshânesi, misâfir odası ve büyük salonu müşterek kullanılırdı. Her âilenin hem yatabileceği, hem özel olarak kullanabileceği birer odası bulunurdu. Gece yataklar yere serilir, gündüz kaldırılırdı. Bu odalarda, bir duvarda ortada ocak (şömine), iki yanında yüklük (dolap) yer alırdı. Bu dolaplardan birinin rafları yatakların istifi için kullanılırdı. Yataklar indirilince, dolabın alt bölmesi küçük bir gusulhâne (banyo) olacak şekilde yapılmıştı. Diğer yüklük ise, âilenin elbise ve özel eşyalarının saklandığı kısımdı.
Evlerdeki eşyâlar az, sâde ve basitti. Koltuk, masa, sandalye yerine sedir ve kerevet bulunurdu. Sergiler, perdeler, örtüler, hattâ halı ve kilimler o çevredeki hanımların mahâreti ile yapılmış el emeği-göz nûru san’at eserleriydi. Eşyâ en iktisâdî şekilde, işe yaradığı müddetçe kullanılırdı. Yapıldığı amaç için görev yapamaz duruma gelenler de, iyice yıpranıncaya kadar, başka maksatlarda kullanılacak şekilde onarılır, düzenlenirdi.
Avluda bir kuyu, bir anbar ile hayvan besleniyorsa bir ahır ve kümes olurdu. Bâzı evlerin bu bölümleri, taş döşeli bir giriş katında yer alır; asıl ev ikinci katta bulunurdu. Âilenin tâze sebze ve meyve ihtiyâcını sağlayacak ufak bir bahçe, orta halli her evin ayrılmaz bir parçası gibiydi.
Sabahları erken, güneş doğmadan kalkılır ve güne namazla başlanırdı. Evin hanımları mevsimine göre, bahçede veya mutfaktaki ocağın içinde bulunan topraktan yapılmış küçük maltız’ın veya sacayağının üstünde çalı-çırpı yakar, tencerede sabah çorbasını hazırlardı. Ocağın tutuşturulması için sarf edilen gayreti bugünkilere anlatmak mümkin değildir. Zavallıların, eğilerek üflemekten nefesi kesilir; dumandan gözleri yaşlar içinde kalırdı. Zâten, fedâkâr anne ve ablalar duman, is, toprak kokusuna alışıktı.
Yer sofrasında, besmele ile başlanan yemek, çocukların çokluğuna göre sesli veya sessiz şekilde yenilir; Cenâb-ı Allâh’a verdiği güzel nîmetler için hamd edilerek kalkılırdı. Erkekler işlerine gitmek üzere uğurlanır; hanımlar evin günlük işini yapmak üzere kollarını sıvarlardı. Çocuklar da mevsimine göre, ya okula, ya Kur’ân öğrenmek için hocaya, ya da oyun için sokağa yollanırdı.]
IV
[O günün ülkesinde sessizliği bozacak çok az âlet vardı. Bu bakımdan, memleketin büyük bir bölümünde, bugünkü gibi gürültü hâkim değildi. Kasabamız, özellikle yazın sıcağının yoğunlaştığı günlerde daha da sessizleşirdi. Uzaklarda konuşan iki kişinin sesi, akan ırmağın şırıltısı, dönen su dolabının gıcırtısı, kapanan bir kapının gürültüsü, uçan bir sineğin vızıltısı arada sessizliği bozar; sonra her yer eski sükûnuna kavuşurdu.
Mahallelerde evlerin çoğu boşalmış gibiydi. Bağa göçemeyenler, yakınlardaki bostanlara ve tarlalara gitmiş olurlardı. Yabancıların ekserîsi memurlardı. Onlar da, yaz tatili için memleketlerine giderlerdi. Sokaklarda pek kimse bulunmazdı.
Kasabanın tek canlı yeri, çarşısı idi. Bir caddeden ibâret olan ve sâkin sâkin akan ırmağa paralel olarak uzanan bu çarşının iki tarafında sıralanmış dükkânlar, çevre halkının ihtiyâcını görecek durumdaydı.
Evleri bağda olan erkekler, öğle vakitleri ya fırında pide yaptırarak, ya mevcut iki lokantadan birindeki yemeklerden ısmarlayarak veyâ zeytin-peynir-domates türünden hafif yiyeceklerle karınlarını doyururlardı. Çocukken, lokantada pişen kuru fasulyeli pilavı ne kadar severdim. Sanki, evde böylesi pişmezdi! Bağdan kasabaya geldiğim günlerde, ırmak kıyısında yüzen çocuklarla birlikte, sıcak fırın ekmeği ile bakkaldan alınan kâğıt külah içindeki sele zeytinini bir ağaç dibinde ne büyük iştahla yerdik!
Namaz vakitlerine yarım saat kala, çarşıda bir ihtiyar dolaşır, bugün bile kulaklarımda yankılanan bir sesle: “Vakt-i salâ, hazır olun ey mü’minler!” diye bağırırdı. Bu îkâz üzerine, namaz kılan şahıslar, abdest tazelemek için ya ırmak kıyısında bulunan umûmî helâya giderler veyâ çarşının orta yerindeki çeşmeden doldurdukları ibrikleri ile dükkânlarının önünde abdest alırlardı. Namaz sırasında dükkânda kalacak ufak çocuk filan yoksa, kepengi indirmek ve dükkânı kapamak yerine, sâhibinin içeride olmadığını belirtmek üzere, girişin orta yerine bir sandalye konurdu. Ezan bitince, acele adımlarda câmie gidenler, görevlerini yaptıktan sonra, yine acele adımlarla işlerine dönerlerdi.]
V
[Çarşıda hep alışılmış sîmâlar, bilinen kimseler bulunurdu. Cuma günleri, köylerden gelen şahıslar, tanıdıkları dükkânlara uğrar; alış-veriş eder, hal-hatır sorarlardı. Her iki taraf da, birbirinden bu arada bulundukları yerlerde olan bitenleri öğrenirdi. Alışılmışın dışında bir şahıs farkedilince, bütün gözler ona dikilir; âdetâ, kimliğini ve bulunuş maksadını vücûdundan okumak istiyormuşçasına, adamcağız incelenir dururdu.
Yabancılara karşı bu hassâsiyet, mahallede de câri idi. Evlerin arasından geçen tanımadık birisi, perde arkalarından, kapı aralıklarından, cumbaların panjurlarından incelenir; hakkında bir karara varılmaya çalışılırdı. Kadınların merakları, erkekler kadar sessiz kalmaz; yabancı geçip gittikten sonra, konu – komşudan onun hakkında bilgi istenirdi.
Bağdan, bostandan satmak üzere çarşıya getirilen mahsuller, çoğunlukla bir merkep üzerinde taşınırdı. Bunlar, kasabanın mahallelerinden geçerken, bağa göçememiş olan âilelerin çocukları “yol hakkı” isterler; mal sâhibi de, yüküne göre, salkımın küçük bir dalıyla üzüm, bir armut, birkaç kaysı gibi bir ihsanda bulunurdu.
Serin içme suyu, ya özel sûrette sızdırmak üzere yapılmış testilerden veyâ soğusun diye kuyulara sallandırılmış kaplardan alınırdı. Çok ender de olsa, kim bilir hangi dağda kıştan îtina ile saklanmış olan kar satılırdı. Bir merkep üzerine kalın çuvallara, samana belenerek sarılmış kar, küçük parçalar hâlinde alınır; evlerde, şişe içinde hazırlanmış gül şurubuna atılarak ikram edilirdi. Sıcak yaz günü için, bundan âlâ bir içecek var mıydı!]
VI
Ramazanın gelişi, çocuklar tarafından, evlerdeki telâşlı hazırlıklardan sezilirdi. Her evde, kendi imkânlarına göre, ramazan ayı için elden gelen en güzel yiyecekleri sunmak maksadıyla listeler yapılır ve bunların temîni için gayret sarfedilirdi. Yaz ve kış mevsiminde yiyeceklerin çeşitleri değişirdi. Mevcut nîmetlerden olabildiğince çoğunun iftar sofralarında bulundurulması için çalışılırdı. Taze et her istenildiği zaman bulunmazdı. Tavuk, hindi, kaz gibi kümes hayvanlarına âit etler de ayda – yılda bir kavuşulan lüks nîmetlerdendi. Bilhassa kışın, yaz sonunda hazırlanan kavurma, pastırma, et sucuğunun yanında salamura zeytin, peynir, çeşitli pekmezler ve reçeller ile hoşaflık üzüm, erik, kaysı kurusu, samanlar içinde saklanan yumurta pek az sofrayı süsleyebilirdi.
Yiyeceklerin demirbaşı un, yağ, salça, bulgur, pirinç, tarhana, erişte, peynir, pekmez, yoğurt, soğan, sarmısak idi. Yazları domates, patates, patlıcan, biber, yeşil fasulye gibi muhtelif sebzeler ve çeşitli otlar bolca tüketilirken, kış mevsiminde kurufasulye, nohut, mercimek neredeyse her öğünde nöbetleşe yer alırdı. Yaz mevsiminde bağ ve bahçelerde yetişen bol ve çeşitli meyve bulunurdu. Şimdilerde unutulan nice yemek çeşidi, evdeki hanımların mahâretli elleri ile bu ana maddelerden meydana getirilirdi.
Küçük şehirlerde ve kasabalarda hazır gıdalar, henüz bilinen bir şey değildi. Halkın büyük çoğunluğu mahallî imkânlara uygun şekilde yiyecek stok ederdi. Küçük yerleşim yerlerinde çarşıdan hazır olarak alınabilecek tek gıda, aklımda kaldığına göre, tahin helvası idi.
Kahvaltılarda kullanmaya alıştığımız çay o günlerde her eve girmemişti. Lüks bir ikram malzemesi olarak ancak misafir geldiğinde kahve ve çay yapılırdı. Hattâ bir ara uzun yıllar kahve bulunamadığından, bildiğimiz nohut koyu bir renk alıncaya kadar kavrulur, çekilir ve “nohut kahvesi” adıyla sunulurdu.
VII
İlk sahûrda biz çocuklar çok heyecanlı olurduk. Yazın sokaklarda oynamaktan, kışın okul yollarında yorulmaktan dolayı erkenden uyurduk. Sahûrda çalınan davulu duyamamak, çocukların kalkmasını pek de istemediklerinden şöyle dudak ucuyla “Hadi, sahûra kalk!” diyen ebeveyni işitememek korkusundan tedirgin yatardık. Evin erkekleri çoğunlukla akşam yemeğinden sonra acele ile evi terkederlerdi. Bunlardan dindar olanlar yatsı ve terâvih namazını câmide kıldıktan sonra adı “kırâathâne” olan, bildiğimiz kahvehânelerde eş – dostla oturur, geç vakitlere kadar sohbet ederlerdi. Namaz – niyazla pek arası olmayanlar ise, içtimâî mevkiîne göre ya memur ve hatırlı eşrâfın gittiği “kulüp”te veyâ kahvehânelerde oyunla vakit geçirirlerdi.
Evdeki hanımlar akşam yemeğinin bulaşığını yıkamak, ortalığı toplamak, sahûrda yenecek yemeklerin bir kısım hazırlıklarını yapmaktan vakit bulurlarsa, ya terâvih kılınan yakın bir câmie veyâ eş – dost ziyaretine giderler; beyler eve gelmeden geri dönerlerdi.
Sahûr, imsâka saatler kala başlardı. İftar vaktini ve sahûrun başlangıcı ile sonunu kasabaya duyurmak için önceleri havâî fişek atılırdı. Sonraki yıllarda kaledeki bir eski topun kuru – sıkı savlosu bu işi sağlıyordu. Mahalleleri gezen davul – zurna ekibi, bütün kasabayı dolaşacaklarından, gece yarısından îtibâren icrâ-yı faâliyete başlarlardı. Her evin önünde bir miktar gürültü yaparak, evin ışıkları yandıktan sonra, sokağı boydan boya bitirir ve başka bir tarafa giderlerdi.
Işıklar, belediyece işletilen santraldan verilen elektrik cereyanı saat 23.00’de iki kere işaret verdikten sonra artık ertesi akşam gün batımına kadar kesildiğinden, gazyağı lambası ve feneri ile veyâ daha zengin evlerde, pompalı bir düzenekle hava basılarak gazyağını buharlaştıran ve bu sûretle daha parlak ışık veren “lüks”ün yakılması ile sağlanırdı.
VIII
Davul sesiyle uyanamamak ihtimâli ile varsa, kurmalı saatler ayarlanır, ihtiyâten konu – komşuya tenbîh edilir ve ev halkı uykuya dalardı. Herhangi bir vâsıta ile ilk uyanan, evdeki anne veya ablaları kaldırırdı. Beyler biraz daha kestirirken, yaşlı olanlar abdest alıp gece namazı kılmak ve Kur’ân okumak gibi – çoğu zaman ramazan ayına mahsus kalan – ibâdetlerle meşgul olurlardı. Hanımlar, hemen, aynı zamanda mutfak görevini yapan oturma odasındaki işlerine koyulurlardı. Bu odada içerisinde linyit kömürü yakılan, kuzinemsi sobalar vardı. Kış akşamları, yatmadan önce atılan kömür, sahûra kadar dayanır ve o dar vakitte bir de ateşle uğraşmak gerekmezdi. Ancak, sobaların yakılmadığı zamanlar, odadaki ocakta çabuk tutuşan çalı – çırpı gibi yakacaklar kullanılırdı. Nedense yemekler, akşamdan hazırlanmak yerine, o dar vakitte tâze olarak pişirilir; hazırlanırdı. Sahûrda çoklukla hamur işi yiyecekler baş rol oynardı. Alışkanlıklara göre sulu yemek, pilavlardan biri veyâ erişte – henüz hazır makarna yoktu – ile bunları rahatça yutmak için de mutlaka bir hoşaf çeşidi, değilse ayran veyâ mayhoş pekmezden yapılan şerbet sofrada yer alırdı.
Gürültüden uyanabilmişse çocuklar, uykulu gözlerini oğuştura oğuştura yerde kurulan sofranın bir köşesine oturur, herkesin toplanmasını beklemeden sevdikleri yemeklerden atıştırmaya başlarlardı. Sahûr sofraları, akşam vakitlerindeki gibi gürültülü ve neş’eli olmazdı. Uykunun galebe çaldığı insanlar, bir an evvel yemeklerini yemek ve yatmak için acele ederler ve bu arada uykuları kaçmasın diye pek fazla konuşmazlardı.
Yemekler yenip, el ve ağızlar yıkanıp, oruca niyet edildikten sonra, o dolu mîdelerle yataklara dönülürdü. İmsâk vaktine daha epey zaman olduğundan, sabah namazı kılmak îtiyâdında olanlar, saati namaz için yeniden kurar ve uykunun râhatlatıcı dünyasına girerlerdi.
Az olan câmilerin minârelerinden okunan temcîd (ramazana mahsus sahûr salâsı) ile ezanlar, aslî hüviyetine kavuşalı fazla olmamıştı. Daha önceki ramazanlarda, yıllar süren Türkçe ibâdet zorlamasıyla, uydurma birşeyler söylenirdi.
IX
İlçenin nüfûsu bugünki pek çok beldenin altında olsa da, o zamana nisbeten orta halli idi. Tabiî, bugünki gürültü üreten motorlu araçlar, ev ve dükkân gereçleri, radyo – televizyon gibi eğlence vâsıtaları olmadığından, tâbir tam yerinde, sinek uçsa duyulacak bir sessizlik kasabaya hâkim idi. Bu bakımdan o zamanlar ramazanlarda iftar ile sahûrun başlangıç ve bitiş vakitlerini duyurmak çok zor değildi. Maamâfih, bu iş için, uzunca bir kendir bitkisinin gövdesine bağlı, içi barut dolu haznesinin ucunda fitili bulunan bir havâî fişek kullanılırdı. Ateşlenen fişek “fışşşt!” diye bir ses çıkararak hayli yukarıya yükselir, arkasından havada patlayarak oldukça uzaklardan işitilir bir ses meydana getirirdi.
Beş – altı tane câmi, çeşitli mahallelerin ibâdet ihtiyâcını karşılamaya kâfî idi. Minârelerden okunan ezan ve salâ o sessizlikte her taraftan duyulurdu. Başka zamanlar namaz ibâdetine fazlaca dikkat etmeyenler bile ramazan aylarında namazı, bilhassa terâvihi aksatmazlardı. Çarşı câmii her vakit, mahalle câmileri de sabah, özellikle yatsı namazlarında dolu olurdu.
Çocuklar için terâvih namazı ayrı bir eğlence vesîlesi idi. Altı – yedi yaşından küçükler anneleri; daha büyükler babaları ile terâvih namazlarına katılırlardı. Cemâat namaza başladıktan sonra, çocuklar olmadık yaramazlıklara koyulurlardı. Ekserî arka sıralarda saf tutan maskaralar, “kıh, pıh!” sesleri çıkararak başkalarını güldürmek, birbirini gıdıklamak, takkesini kapmak, secdede safını bırakıp başka bir sıraya katılmak gibi pek çok haylazlıklar yaptıktan sonra; büyüklerden azar işitmemek için, bir melek mâsûmiyetiyle, selâma ciddî ciddî katılırlardı. Namazın akabinde tesbihât için hazırladıkları tesbihleri birbirinden kapmak işin son faslını teşkîl ederdi.
Ramazanın sonlarına doğru, hatim bağışlama veyâ mevlüt merâsimi dolayısıyla dağıtılan şekerleri veyâ sonraları bisküvit arasına konmaya başlanan lokumları almak için çocuklar, câmi kapısında sıra olurlardı. İki çıkış kapısı olan câmilerde, dağıtılan yiyecekleri birer defa daha alabilmek için bir kapıdan çıkıp öbüründen girerek sıraya dâhil olan açıkgöz çocuklar, çabuk teşhîs edilip kovalanmazlarsa, bir kere daha şeker veya lokum almış olmakla epey zaman övünürlerdi.
X
Sahûrda tıka basa yiyemediğinden, kahvaltı saatinden bir müddet sonra acıkmaya başlayan çocuklar, yiyeceklerin saklandığı tel-dolapları, mutfaktaki rafları kurcalamaya başlarlardı. Yaşı oldukça küçük olup orucun kurallarını bilmeyenler için kimsenin görmediği zamanlarda bir iki lokma atıştırmakta bir beis yoktu. Aklı az çok erenler ise günah olmasın diye yemeseler bile, yiyecekleri ellemek, koklamak gibi ufak kaçamaklarla açlıklarını yatıştırma teşebbüsünde bulunurlardı.
Bütün gün aç kalmaya tahammül edemeyecekleri tahmîn edilen küçükler, büyüklerince, öğle vaktine kadar “yarım oruç” tutup, sonraki gün tutacakları diğer bir yarım oruçla birleştirme çözümüyle cesâretlendirilir ve öğleye kadar dayanmaları sağlanırdı. Susayan çocuklara yutmamak şartiyle ağızlarını çalkalamak, yüzlerini yıkamak, başlarını ıslatmak yoluyla susuzlukları giderme çâreleri öğretilirdi.
Oruçlu olduğum günlerde dayanamayacağım gerekçesiyle, neresinde acıkırsam, orada orucu düğümler; başka bir günki ile birleştirmek üzere bir köşeye (!) koyardım. İftara yakın ağzımda tuttuğum eriği yemekle yememek arasında bocalayarak güç-belâ tamamladığım günü hâtırlıyorum. Her yıl mevsimine göre ilk çıkan meyveler; ilkbahardan îtibâren kirazlar, can erikleri, bâdemler, zerdâliler, hazîran elma ve armutları, şeftâliler sofrada ”iftarlık” olarak yer alırdı.
Bu iftarlıklar, akşam ezanı okunduğunda, top veya fişek atıldığında, yemeğe başlamadan önce orucu açmak için besmele ile ağıza atılan ilk yiyeceklerden meydana gelirdi. Şimdi her mevsim ve sofrada bulunabilen hurma gibi kutsal sayılan yiyecekleri, o zamanlar bulmak çok zordu. Onun yerine oruçlar – ismi Kur’an’da anılan bir yiyecek olduğundan – bir zeytin tanesi ile açılırdı. Fakat bu, kesin bir kural olmayıp, herkes imkânına ve ihtiyâcına göre bir yiyecekle başlamayı tercîh ederdi.
Biz çocuklar için en iyi iftarlık, her çeşidinden tatlı nîmetlerdi.
XI
Kasabanın mahalleleri çoğu kârgîr, iki katlı, damları kiremitli müstakil evlerden meydana gelirdi. Yapı malzemesi olarak ağaç iskeletin üzerine çakılmış tahtaların içine doldurulan tuğla, kerpiç veya molozlar kullanılırdı. Bir kısım zengin evlerinin yığma tuğladan inşa edildiği de görülürdü. Tamamen toprak kerpiçten yapılmış yığma evler ise tek katlı olurdu. Tatlı kireçle sıvalı evler, ekseriyetle beyaz idi. Alt katta taş döşeli bir giriş, tuvalet, ahır, samanlık, anbar bulunur; arka kapı bahçeye açılırdı. Alt kattan yukarı bir merdivenle çıkılır, geniş bir sofaya girilirdi. Sofanın etrafında sıralanan odalardan biri hem oturma odası, hem mutfak idi. Üst katta ayrıca bir abdesthâne ve helâ yer alırdı. Diğer odalardan biri misafirler için, öbürleri evde yaşayanların yatıp kalktıkları, bir bakıma husûsî bir mekân idi.
Pederşâhî âile yapısının devam ettiği kasabada, varsa evin evli erkek çocukları bu husûsî odalarda ikàmet ederlerdi. Bütün odalarda bir duvarda ortada şömine, sağ ve solundaki boşluklarda birer dolap içine gizlenmiş raflar ile geceleri yere serilen yatak – yorganın toplanıp konulduğu yüklükler yer alırdı. Yüklüğün alt bölmesi, bir tahta kapağın kaldırılması ile küçük bir ”gusulhâne” hâline gelirdi. Böylece evli çiftler, ihtiyaç hâlinde, ocakta ısınan bir güğüm içindeki su ile orada yıkanabilirlerdi.
Kış mevsiminde âile fertleri iyice bir temizlenmek için çarşı hamamına giderlerse de yaz mevsiminde bu gusulhânelerde yıkanır; gençler ve çocuklarsa serinlemek için ırmakta veya kasabanın içinden geçen, epey tehlikeli akmakta olan kanalda “çimerlerdi.”
Ramazanda her evin kendine göre, iftar dâvetleri olurdu. Bu iş çok yakın akrabalar arasında olmuyorsa, mutfakta kadın ve çocuklara, misâfir odasında erkeklere olmak üzere iki sofra hazırlanması sûretiyle icrâ edilirdi. Bu sofralarda imkân dâhilinde en iyi ikram yapılırdı.
Evin çocukları ile misâfir çocukları iftar sofralarını daha gürültülü hâle getirmekte gecikmezlerdi. Kadınlar, bu yaramazlardan kurtulmak için erkeklerin yanına gönderirlerse de beyler bu manevrayı çabucak savuşturarak yaramazları öbür odaya kovarlardı.
XII
Misâfir hanımlar ve çocuklar, ikindiden sonra dâvetli olduklara eve gelirdi. Bayanlar mutfak işlerine yardımcı olurken, bir yandan da görüşemedikleri zamanlarda olan biteni birbirine naklederek vakti değerlendirirlerdi. Çocuklar, erkekler eve gelinceye kadar sokakta kalmayı tercîh ederdi. Zâten, eve girmek isteseler de ev halkının sert îtirazları ile karşılaşırlardı.
Ezana az bir vakit kala erkekler misâfirleri ile eve gelirler; hemen misâfir odasına geçerlerdi. Taşınabilir bir sistem olarak düzenlenmiş klasik el yıkama leğeni, üzerine oturtulmuş küçük ibrik, evin genç mensûbu tarafından odaya getirilirdi. Bir elinde sabun, kolunda havlu tutarken diğer eli ile ibrikten büyüklerin ellerine su dökmek sûretiyle hemen orada bu temizlik işi yapılır; yemekten sonra tekrar aynı işlemin yapılabilmesi için, küçük leğen dışarıdaki lavaboya boşaltılıp, ibrikteki su ikmâl edilir ve kapının yanına bırakılırdı.
Odalar birbirinin benzeri ve çok sâde döşenmiş olurdu. Pencere tarafında, boydan boya bir sedir bulunurdu. Üzerindeki minderler, yaslanmak için yastıklarla misâfirler ve büyüklerin öncelikle oturduğu yer olurdu. Tahta tabanlı odada, âilenin mâlî durumuna göre yere halı veya kilim, duvar diplerine minderler döşenirdi. Kışları, oturma odasında, aynı zamanda yemek yapmakta da kullanılan kuzine tipi bir sobada, ilçe yakınlarındaki linyit ocaklarından çıkarılan kömür yakılırdı. Misâfir odasında ise çabuk yanıp ısıtması için, çoğunlukla odun sobası kurulurdu.
Yere serilen sofra bezinin üstüne tahtadan yapılmış 30-40 cm.lik bir yükselti konur ve büyük bir sini bunun üzerine yerleştirilirdi. Şahıslar bir dizlerini altlarına alarak, diğerini dikerler ve bükük dizin üstüne bir peşkîr yerleştirmek sûretiyle yemek döküntülerinden elbiselerini korumuş olurlardı.
Sofrada herkese bir tabak verilmez, ortaya konan büyükçe bir sahandan ortaklaşa yenirdi. Önce iftarlıklar, sonra çorba, sulu yemek, pilav ile hoşaf, tatlı sıra ile sofraya konur – kaldırılırdı. Ramazana mahsûs pide, çarşıdaki fırından, iftara az kala erkekler tarafından getirilirdi. Misâfir olmadığı zamanlar sofrada pide bulunması için en fazla ısrar edenler, çocuklardı.
Yemekten sonra eller ayni minval üzere yıkanır, dindar âilelerde misâfirler cemâatle akşam namazını kılarlardı. Bu arada kahveler ikram edilir; erkekler yatsıdan önce çay içip çene çalmak için acele ile evi terkederlerdi.
XIII
Çarşıdaki kahvehâneler bu saatlerde iyice dolardı. Herkes günün ve orucun yorgunluğunu, mevsimine göre ya kahvenin bahçesinde ya dumandan göz gözü görmeyen iç kısımda veyâ kaldırıma dizilmiş masaların başında atmaya çalışırdı. Tiryâkiler günün açığını kapatmak için sigara üstüne sigara yakarken, çay ve kahveler tâzelenir; namaz vaktine kadar sohbet edilirdi.
Namaza 15-20 dakîka kala, her zaman olduğu gibi, yaşlı bir zât kasabanın tek caddesinde “Vakt-i salâ, hazır olun ey mü’minler!” diye bağırarak dolaşır; namaz vaktinin yaklaştığını, gerekli hazırlıkların yapılmasını ihtâr ederdi. Abdest almak ihtiyacını duyanlar, ırmak kenarındaki umûmî tuvalete giderler; ya orada veyâ câmiin şadırvanlarında abdestlerini tâzelerlerdi.
Ezanla birlikte yavaş yavaş terâvih kılmak için kalabalıklar hareketlenir; kahvehânelerde pek az insan kalırdı. Onların çoğunluğu da ya memur veya zengin kişiler olduğundan, biz çocuklar, halkın şîvesiyle “beynamaz” diye adlandırılan bu şahısları, “bey”likleri dolayısı ile yalnızca bayram ve cuma namazına katıldıklarından, böyle anıldıklarını sanırdık. Sonradan bu sözün, “bî-namaz” mânâsına kullanıldığını anlayacaktık.
Yatsı namazları, arkasından gelen terâvih sebebiyle olacak, ramazanlarda çok hızlı kıldırılırdı. O zamanlar da, bugünki gibi, hızlı kılan imamın arkasında namazı edâ etmek isteyen cemâatlere mâlikti. Hattâ, sür’at husûsunda şöhreti olan imamların tâbîlerinin diğerlerinden fazla olduğunu duyardık.
Çocuklar için, namazın uzunluğu – kısalığı önemli değildi. Nasıl olsa bütün o süre, oyun ve eğlence mesâbesinde idi.
XIV
Namazı müteâkıb, gitmişlerse kadınlar ve çocuklar evlerine dönerlerdi. Erkekler daha hayli zaman dışarıda vakit geçirirlerdi. Ne hikmetse, sanki gündüz yapılan amellerin sevâbını telef etmek istercesine kulüplerde, kıraathânelerde tavla, dama, çeşitli kâğıt oyunlarının yanı sıra ramazan gelince, tombala oynanması âdeti başlardı.
Kartela ismi verilen, üzerinde çeşitli rakamların yer aldığı bir çok karton iştirakçilere dağıtılır, bir şahıs elindeki torbadan üzerinde 1’den 90’a kadar sayıların bulunduğu küçük yuvarlak tahtadan yapılmış tombala taşlarını bakmadan çıkartır ve okurdu: 36! Kartelasında aynı rakamı bulan, hemen onu bir parça kâğıt, çekirdek, kibrit vesâire ile kapatır; arkasından okunacak rakamı ilgi ve heyecanla beklerdi. Kartelada üç sıra hâlindeki rakam grubunu en önce kim kapatabilirse, sırasıyla 1. Çinko, 2. Çinko ve Tombala yapmış olur ve her merhale için konulan özel bir ödülü kazanırdı.
Yaşlıların ve dindar kişilerin pek tasvîb etmedikleri tavırlarından anlaşılmakla birlikte, kimse, bu kabîl oyunlarla vakit öldürenlere müdâhale de etmezdi. İşi gereği sabah erken kalkması îcâb edenler, akılları kahvehânede, ister istemez evlerinde dönerken, kalanlar, çoğu zaman sahûr yemeği vaktine kadar orada oyalanırlardı.
Çocuklar, herhangi bir sebeple kahvehâneye girmezlerdi. Çağırılması gereken bir kimse varsa bile, içeri girerek değil, dışarı çıkan veya dışarıda oturan bir zâta söyleyerek bu işi görebilirlerdi. Kendi ulaklığını yapmak isteyeni döven veya kovalayan olmamakla birlikte, büyüklerin çatık kaşlı bakışları ve ekşi suratları çocukların kahvehâneye girme cesâretlerini kırmaya yeterdi. Hele çağrılacak kişi “kulüp” müdâvimlerinden ise, iş daha ciddî olurdu. Babam memur olduğundan, vaktinin işten sonrasını o mekânda geçirenlerden idi. Bana en zor gelen iş, babamı dışarı çağırmak için uygun birini bulmaktı.
Bu durum, çocukların bir kısmında kahvehâneye bir an önce girip o büyükler gibi davranmak hevesini uyandırsa da, pek ender olarak, benim gibilerinde de öyle yerlerde bulunmaktan ürküntü ve çekingenlik hissi meydana getirmekte idi.
XV
Çarşı câmiinde, sahûrdan sonra, sünnet ve güzel bir âdet-i İslâmiye olan “mukàbele” okunurdu. Uzunca bir süre dînî konularda devletin baskısı altında kaldığından, halkın çoğunluğu usûlünce Kur’ân okumayı bilemezdi. İmsâk vakti ile sabah namazının kılınacağı âna kadar günde bir cüz, çoğu kez hâfız olan câmiin imam ve müezzinleri tarafından okunurken, cemâat de önündeki Kur’ân-ı Kerîm’den onu tâkip ederdi. Bu iş hem bütün ay boyunca devâm edeceğinden, hem de sabahları uykusuz kalınacağından pek fazla tâlibi olmayan bir ibâdet çeşidi idi. Biz çocukların bu mevzûda bildikleri, yalnızca büyüklerin anlattıklarından ibâretti. Çünki, o saatlerde uyanık bir çocuğa rastlamak mümkün değildi.
Ramazan ayında evlerde hatim okutmak âdeti de vardı. Günün herhangi bir vaktinde, planlandığı üzere ev ev gezip, her evde çok hızlı bir şekilde bir cüz okuyan ve böylelikle bayramdan önce Kur’ânı hatmederek evdekilerin geçmişlerine bağışlamak üzere para ile tutulan hâfızlar bu ayda ortaya çıkarlardı. Adamların programları gün içinde olduğundan, evde çoğu zaman yalnızca hanımların bulunduğu vakitlerde gelen bu hâfızlara evin veyâ komşunun erkek çocukları refâkat ederlerdi. Büyük bir hızla okunan cüz, 10 – 15 dakikada biterdi. Bu süre içinde hâfızın sallana sallana okuyuşu, gözleri de kapalı ise, çocuklar tarafından taklît edilirdi. Misâfir odasında cüzünü tamamlayan hâfız acele ile diğer evlere koştururdu. Hâfız efendi, iftara dâvet edilmiş ise, o gün akşama yakın gelir; bu sırada evin erkekleri de geldiğinden, cüzü birlikte dinlerlerdi.
Okunan hatmin bağışlanma duâsı çoğu kez kadîr gecesine denk getirilir ve câmide daha kalabalık bir cemâat huzûrunda yapılırdı. Bayram telâşına girmemek üzere, birkaç gün evvelden ev halkının katıldığı küçük bir toplulukta da hatim duâsı edilirdi.
XVI
Bağlarda hava kasabaya nisbeten daha serindi. Bol ağaçların gölgesi, karşı tepelerden gelen rüzgârı daha serinletir ve yazın sıcağını çekilir hâle getirirdi. Bağ evleri basit, bir iki odadan ibâret ve büyük çoğunluğu kerpiçten yapılmıştı. Yaz başında iç ve dışı killi toprağın suda eritilmesi netîcesinde elde edilen bir çeşit badana ile sıvanır, temizlenirdi. Bağda kullanılan eşya, kasabaya nisbetle daha az ve sâde idi. Onlarla uğraşmak da fazla zaman almazdı.
İlçede, yaza rastlayan ramazanlarda kasaba halkının neredeyse tamamı bağlara göçtüğünden, evler boşalırdı. Bayrama bir hafta – on gün kalana kadar ramazan bağda geçerdi. Bu süreden sonra bayram hazırlıkları için geçici olarak bağdan kasabaya nakledilir; bağ evleri bir süreliğine eski sessizliğini alırdı. Kadınlar ve çocuklar bağda günü geçirirken, erkekler işlerine gitmek için sabah erken vakitlerde yürüyerek, eşek ve at sırtında, çok ender kişi de bisiklet veya moto-siklet ile 5-10 km. mesâfeden ilçe merkezine giderlerdi.
O zamanlar henüz yabancı dildeki ismi ile “velo-speed” denen bisikletler halk ağzında “velespüt” veya ”cin arabası” diye adlandırılırdı. Bisikletler çocukların çok ilgisini çekerdi. Büyüklerin olmadığı sıralarda bisiklete binmek için gayret sarfedenler kadar, onları seyredenler de büyük heyecan duyardı.
Sabah erkenden büyükbaş hayvanların bakımı, otlamak için “sığırtmaç” denen çobanlara teslim edilmesini müteakib, ramazanlarda kahvaltı ve yemek telâşı olmadığından, sahûr bulaşıkları yıkanır, evler süpürülür, ahır ve tuvalet temizlikleri yapılır, bağdaki sebze bahçeleri sulanır, meyve ve sebzelerden olgunlaşanlar koparılır, daha kuşluk vakti işler bitirilirdi.
Kalan zaman ev halkının yıl içinde giyeceği örgü işleri, nakış ve elişi gibi mahâretli san’at eserlerine harcanırdı. Öğle ile ikindi arasında hafif bir uyku ve dinlenme; arkasından akşam iftar vaktine kadar sürecek bir koşuşturmaya yerini bırakırdı.
Yemekler, bağ evinin dışındaki yer ocaklarında, çalı – çırpı yakmak sûretiyle, bakır veya toprak tencerelerde çok uzun sürede pişerdi. Ekmek, yaz ve kış, belli zaman aralıkları ile sac üzerinde pişirilirdi. Bu ekmeğe “yazma” ismi verilir ve çoğunlukla konu – komşunun iştirâkiyle, nerede ise bütün gün devâm eden bir çalışma ile yapılırdı. İmece usûlü ile bir kerede birkaç evin ihtiyâcı birden karşılanırdı. Pişirilen ekmekler kurutulduktan sonra üst üste yığılır, lüzûmu oldukça ıslatılıp bir bez arasında bekletildikten sonra usûlünce katlanarak tüketilirdi.
Erkekler çarşıdan gelirken zaman zaman fırın ekmeği getirirlerdi. Balık şeklindekine fırancala, yuvarlağına somun denen ekmeklerin, iyi pişmesi için bıçakla çizilen kısmına, ince-uzun-yuvarlak bir hamur yapıştırılırdı. Bu kısım çocukların payı idi, simit yerine zevkle yenilirdi.
Oruçlu geçen günün sonunda, bağa gelmek için kat’edilen mesâfenin iyice yorduğu erkekler, bağlarda câmi olmadığı için, kılıyorlarsa, yatsıyı evde edâ ederlerdi. Çoğu kişi, kendi başına terâvih namazını kılamadığından terk ederdi.