Risale-i Nur veya başka bir kitap yahut makale okurken gözüme çarpan bir parçayı bazen Facebook’ta paylaşıyorum. Zaman zaman aklıma geliyor ki acaba boşuna mı vakit harcıyorum bunu yaparken? Bu yazıları okuyan insanlardan sık sık çok istifade ettikleri yönünde tepkilerde geliyor. Ben de diyorum ki demek ki devam etmem lazım.
Çok büyük yanlışlar yapan, olayları yanlış yorumlayan, Allah’ı inkar eden kişilerle karşılaştığımızda bazen aklımıza “Bu kişiyi ikaz etsem, gerçeği, doğruyu söylesem ne olacak? Buna bir şey söylemeye değmez” gibi düşünceler gelebiliyor. Bu doğru değil. Bizim vazifemiz hakkı ve hakikati insanlara, anlatmak, hatırlatmak. Kabul ettirip, ettirmemek Allah’ın vazifesi.
“Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
‘Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.’
O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.’
İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. “
(On Yedinci Lem’a – On Üçüncü Nota)
İşte biz de tebliğ vazifesini yaparken bu şekilde hareket etmemiz gerekir. İnsanlarla yüzyüze görüşürken veya internet üzerinden, sosyal medyadan, karşımızdaki insana hakkı ve doğruyu tebliğ etmeliyiz. Bu vazifeyi yaparken bu insanı yanlıştan, hatadan kurtarmak niyetiyle değil, sırf Allah rızası için yapmalıyız.
İnkar-ı uluhiyyet fikrinin, ateizmin çok ilerlediği asrımızda tebliğ vazifesi çok önemli. Eğer kullanıyorsak e-mail, Facebook, Twitter, Instagram, Whatsapp vs. bu tür iliteşim araçlarını da hakikatları anlatmak amacıyla kullanabiliriz. Hergün bir ayet, bir hadis, Risale-i Nur’dan bir parça, paylaşabiliriz. İslam büyüklerinin hikmetli sözlerini, ibretlik hikayelerini veya hakperest batılı feylesofların İman esaslarına uygun tespitlerini yazabiliriz.
Şimdi yaşadığımız dünya karmakarışık bir hal almış. Eskiden, insanların bilgi, algı, düşünce yapısı ve hayat tarzında 2 – 3 asırda meydana gelen değişim, şimdi 15 – 20 senede oluyor. Geçen asırlarda fende, bilimde, teknolojide 100 senede yaşanan keşifler ve ilerleme; asrımızda 3 – 5 senede sağlanıyor. Hayat, fevkalade yoğunlaşmış, hızlanmış, karmaşık hale gelmiş durumda. Herkes aile hayatında, sosyal hayatta, iş hayatında da zamanın yetersizliğinden şikayet ediyor. Hem iş hayatı çok hızlanmış, koşulları zorlaşmış, temposu artmış hem de internet, cep telefonu gibi insanı oyalayacak, odaklanmasına engel olacak, değersiz zaman geçirtecek çok şey icad edilmiş. Dünya çok daha hızlı ve vakit insanları çok daha yorarak, meşgul ederek geçiriyor.
Eski insanlar (hatta 1-2 jenerasyon öncesi) daha mutlu, daha huzurlu, insani, ahlaki, vicdani yönleri daha fazla idi. Çocukluk yıllarımda yaşadığımız mahallede insanlar her gün akşamüstüleri iş dönüşü bir müsait köşede toplanır, en az 1 – 2 saat dostane ve muhabbetle sohbet ederlerdi. Ahbaplık, arkadaşlık, kardeşlik çok güzel ve iyiydi.
Mahallede biri hastalansa, bir sıkıntıya düşse herkes haberdar olur, geçmiş olsuna, yardıma giderdi. Şimdi ise 30 – 40 daireli bir apartmanda ancak 2 – 3 kişi birbiriyle tanışıyor. Bırakın mahalleyi, siteyi, apartmanda biri hastalanıyor, ölüyor ama kimsenin haberi yok. İnsanların evinde her türlü imkanı, teknolojik aleti var ama arkadaşı, dostu yok; yalnızlık içerisinde yaşıyor. İşte onun için dünyevi hayat her geçen gün daha çok zorlaşıyor; daha mutsuzlaşıyor; daha huzursuz hale geliyor.
Dünya hayatımızı yine huzurlu, mutlu geçirebilmek için Allah’ın rızasına, istek ve emirlerine uygun yaşamamız; bu hayatımızın geçiciliğini, asıl hayatımızın öldükten sonraki ebedi hayatımız olduğunun bilincine varmamız gerekiyor. Yoksa hiçbir maddi imkan veya zenginlik huzur ve saadet getirmiyor.
Bediüzzaman Said Nursi, insanın bu fani, geçici dünya hayatında dahi huzur, saadet, ferah ve mutluluğa kavuşabileceğini, bunun için yapması gereken şeyin;
“Kur’ân’ın hakikatlerini müspet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan ‘Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?’ gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor. “
Diyerek, “Tarihçe-i Hayat” isimli eserinde özetlediği İMAN ve KUR’AN hakikatlerini okuyarak, yaratılış gayesini öğrenmek, anlamak ve Yaradan’ın rızasına uygun olarak hayat geçirmek olduğunu ifade ediyor.
Özellikle, genç yaştaki insanlar bu sualleri kendisine pek sormuyor. Gençlikte insan bedenen, fiziksel olarak güçlü, kuvvetli, enerjik, heyecanlı; hep geleceğe yönelik arzularının, hayallerinin olduğu bir dönem. Hastalıklar, sorumluluklar, yorgunluklar pek yok; onun için hiç ölmeyecekmiş gibi geliyor insana. Ama yaş kırkı geçtikten sonra fiziki olarak gücü, kuvveti, enerjisi, emelleri azalıyor; hastalıklar, sıkıntılar çoğalıyor. Bu sefer “Ben neyim? Ne için yaratıldım? Nereye gidiyorum?” diye sormaya başlıyor. Çünkü ölmek istemiyor; daha doğrusu öldükten sonra bir hayat olsun istiyor. Ölüp yok olmayı kabullenemiyor. Genç olan insan hayatı hızlı yaşıyor, sürekli bir mücadele, koşuşturmaca, yarış içerisinde, ölümü hiç aklına getirmiyor eğer bir hastalığı yoksa, başına bir musibet gelmemişse.
Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur’da bahsettiği:
“Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:
“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir.” (Yirmi Beşinci Lem’a – Beşinci Devâ)
İfadelerinden de anladığımız, Gençlere gelen o hastalık, musibet onlara ölümü hatırlattığı için, günahlardan uzak duruyor, hayatlarını iffetle, istikametle yaşıyorlar. Hastalık onun ebedi hayatının kurtuluşuna vesile oluyor. O açıdan her şerde, her musibette bir hayır vardır.
Allah’a inanan insanın her türlü hadiselerde hep bu hayır cihetini görmesi, gelişmeleri umut ve olumlu şekilde değerlendirmesi gerekir. Şu an yaşadığımız olaylar, Tüm dünyayı saran kaos ve belirsizlik hali, sınır komşularımızda devam eden iç savaş, ülkemizde yaşanan karmaşa, darbe teşebbüsü, fitne ve bölücü terör olayları maalesef toplumda endişe ve karamsarlık meydana getirdi. Ancak imanlı insanlar ve Nur talebeleri biliyor ki: ALLAH’ın takdiri ve iradesiyle, bu şerlerin, bu musibetlerin, felaketlerin arkasında, muhakkak bir takım hayırlar, rahmetler, güzellikler vardır ve olacaktır. Bahar, soğuktan, fırtınalardan sonra gelir. Kış sonsuza kadar devam etmediği gibi, bu şerli, musibetli yıllar da geçecek; Bediüzzaman’ın müjdelediği gibi; önce bahar, arkasındanda yaz gelecektir.
“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.” – (Hutbe-i Şamiye / Said Nursi)
En kalbi muhabbetlerimle.
NOT: Kıymetli kardeşlerim,
İki haftalığına umre seyahati için ülke dışına gidiyorum. Haklarınızı helal etmenizi rica ediyorum. İnşaallah umre dönüşü seyahat hatıralarımızla huzurlarında olacağım. Umrede sizler için dua edeceğim, sizler de bana dua ediniz inşaallah…