Nurdan Haber

Risale-i Nur’un Neşri ve Bediüzzaman’ın Vasiyetnameleri (14)

Risale-i Nur’un Neşri ve Bediüzzaman’ın Vasiyetnameleri (14)
Dr. Mehmet Rıza Derindağ( mehmetriza@nurdanhaber.com )
09 Ocak 2020 - 10:36

Risale-i Nur’un Neşri ve Bediüzzaman’ın Vasiyetnameleri (14)
(1956’dan Günümüze)
Dr. Mehmet Rıza Derindağ

Bediüzzaman’ın Dördüncü Te’lifat Devresi/(1949-1956)

Hz. Bediüzzaman’ın Vatikan’a Gönderdiği Risaleler ve Mektuplaşmaları

İslam dini müntesibininden daima temsil ve tebliğ hali üzre olmalarını ister. Efendimiz “din nasihattır” buyuruyor. Kendisine Hak katından indirilen dini kavim ve kabilesinden sonra sair dinlerin bilhassa ehl-i kitabın tabilerine tebliğ etmiş ve onları bu dine davet etmiştir. Hz. Bediüzzaman’ın daha evvel İstanbul’da ve sonra ehl-i kitap ile münasebetleri hep bu tebliğ ve temsil hakikatı çerçevesinde olmuştur. Hz. Bediüzzaman elhak Nebiler Nebisinin ahirzamanda nübüvvetinin zıllinde velayet-i kübrasının vekili, ve ilminin varisi, ve şeriatının mübelliği ve şeairinin muallimi, ve dininin mürşidi bir alimdir. Hz. Üstadımızın İstanbul’da Başpiskopos ile görüşmeleri ve daha sonra Vatikan’a gönderdiği kitapların muhtevasını ve tarihi arka planını arzetmeden Siyer’den şu hususları nakilde fayda var.
Efendimiz (asv) bütün beşeriyete gönderilmiş bir Nebi idi.
“(Resûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın elçisiyim…” (el-A’râf, 158)

“Ey Resûl! Rabbinden Sana indirileni (bütün insanlara) teblîğ et! Eğer bunu yap­mazsan, O’nun (Sana verdiği) peygamberlik vazîfesini yapmamış olursun! Allâh Sen’i in­sanlardan koruyacaktır…” (el-Mâide, 67)

“Biz Sen’i bütün insanlar için bir müjdeci ve Allâh’ın azâbıyla korkutucu olmak üzere gönderdik. Lâkin insanların pek çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

Bu gibi ayetlerle Cenab-ı Hak Efendimiz’e dinini tüm insanlığa alenen tebliğ etmesi ve onlara ulaşılmasını emrediyordu Efendimiz de bulunduğu şartlar muvacehesinde bu dâvetini mektuplarla yapıyordu. Bu mektupların en meşhurları, altı veya sekiz tâ­nedir. Resûlullâh her bir mektubu, güzîde sahâbîlerinden birine vererek yollamıştır. Biz şimdi bunlardan sadece ehl-i kitaptan hristiyanlara gönderilen mektupları ve davet ve tebliğ misallerinden dört tanesini arzedeceğiz. İşte bu dört misali insaf ile okuyan Allah Bediüzzaman’dan razı olsun, O ahirzamanda bir asr-ı saadet müslümanıymış, aynen Efendimiz (asv)’ın sünnet-i seniyyesine ittiba etmiştir diyecektir.
İşte o misallerden birincisi;

1- HERAKLİUS’UN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Dıhyetü’l-Kelbî , Bizans imparatoru Herakliyüs’e Allâh Resûlü’nün mektubunu götürdü. Persleri mağlûb eden Bizans imparatoru Herakliyüs, zafer dönüşü Sûriye’de bulunduğu sırada, Hazret-i Peygamber’in İslâm’a dâvet eden mektubu eline ulaştı. Bu mektuba kızmaktan ziyâde, ona alâka duyan ve bilhassa bu teblîğin mâhiyetini merak eden Bizans imparatoru, bu ko­nuda suâl sorabilmek için Hazret-i Peygamber’in hemşehrile­rinden bâzılarının yanına getirilmesini emretti.

O sıralarda Hazret-i Peygamber’in en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Süfyân da Mekkeli tâcirlerin başında Şam’a giden bir kâfilede bulunuyordu. O zaman Hazret-i Peygamber ile Kureyş, mütâreke hâlindeydi. Herakliyüs’ün adamları on­lara rastladılar ve kendilerini imparatorun huzûruna çıkardılar. Herakliyüs ve adamları, İlyâ’da, yâni Beytü’l-Makdis’te idi. Yanında Rumların ileri gelenlerinin bulun­duğu bir sırada, Herakliyüs onları huzûruna kabûl etti ve bir tercüman getirilmesini emretti. Herakliyüs’ün emri üzerine, tercüman:

“–Peygamberim diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?” diye sordu. Ebû Süfyân:

“–En yakını benim!” dedi. Bunun üzerine Herakliyüs:

“–Onu ve arkadaşlarını yanıma getirin! Yalnız, ben onunla konuşurken, arkadaşları yanında bulunsunlar!” dedi. Sonra tercümana dönüp dedi ki:

“–Bunlara söyle; ben O zât hakkında bu adama bâzı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse; «Yalan söylüyor!» desinler!”

Nitekim; “Vallâhî, arkadaşlarım yalan söylediğimi ötede beride söylerler diye utan­masaydım, O’nun hakkında yalan söylerdim!” diyen Ebû Süfyân, sonraki konuşmaları şöyle nakleder:

Bundan sonra Herakliyüs’ün bana sorduğu ilk suâl şu oldu:

“–İçinizde O’nun nesebi nasıldır?” Ben:

“–O’nun içimizde nesebi pek büyüktür!” dedim.

“–Sizden, bu sözü (Peygamberlik iddiâsını) ondan evvel söylemiş hiç kimse var mıydı?” dedi.

“–Yoktu.” dedim.

“–Âbâ ve ecdâdı içinde hiç melik olan var mıydı?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır?” dedi.

“–Alt tabakasıdır.” dedim.

“–O’na tâbî olanlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?” dedi.

“–Artıyorlar…” dedim.

“–İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı?” dedi.

“–Yoktur!” dedim.

“–Bu iddiâda bulunmazdan evvel, O’nu hiç yalancılıkla ithâm etmiş miydiniz?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–Hiç sözünde durmadığı olur muydu?” dedi.

“–Hayır! Verdiği sözü tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet antlaşma hâlinde­yiz. Bu müddet içerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim. O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka söz bulamadım!

“–O’nunla hiç savaştınız mı?” dedi.

“–Evet.” dedim.

“–Bu savaşlar nasıl sonuçlandı?” dedi.

“–Bâzen O bizi mağlûb eder, bâzen de biz O’nu!” dedim.

“–Peki, size neler emrediyor?” dedi.

“–Bize; «Yalnız Allâh’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayınız; atalarınızın ibâdet ettiği putları terkediniz!» diyor. Namazı, doğruluğu, iffetli ve nâmuslu olmayı ve sıla-i rahmi emrediyor.” dedim. Bunun üzerine Herakliyüs, tercümana dedi ki:

“–Ona söyle; O’nun nesebini sordum, içinizde soyunun pek yüce olduğunu söyledin. Peygamberler de zâten böyle, kavimlerinin soyluları içinden gönderilir.

İçinizden, O’ndan evvel bu iddiâda bulunmuş başka kimse var mıydı, diye sordum. Hayır, dedin. O’ndan önce bu iddiâda bulunmuş bir başka kimse olsaydı, onu örnek alı­yor, derdim.

Âbâ ve ecdâdı içerisinde hiç melik olan var mıydı, diye sordum; hayır dedin. Eğer ecdâdından melik olan biri olsaydı, babasının mülkünü geri almaya çalışıyor, derdim.

Bu iddiâda bulunmadan önce, hiç O’nun yalan söylediğini gördünüz mü, diye sor­dum; hayır dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse, Allâh hakkında da yalan söylemez!

O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır, diye sordum. Alt tabakası olduğunu söyledin. Zâten başlangıçta peygamberlere tâbî olanlar da bu tip kimselerdir.

O’na tâbî olanlar, artıyorlar mı, eksiliyorlar mı, diye sordum; artıyorlar dedin. Hak dinlerin bir husûsiyeti de tâbîlerinin artmasıdır.

İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı, diye sordum; hayır dedin. Îman sâyesinde meydana gelen inşirâh da kalbe girip kökleşince böyle olur.

Hiç sözünde durmadığı oldu mu, diye sordum; hayır dedin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler.

O’nunla hiç savaştınız mı, diye sordum. Savaştığınızı ve bâzen O’nun sizi yendiğini, bâzen de sizin O’nu mağlûb ettiğinizi söyledin. Zâten peygamberler de böyledir: İbtilâlara uğratılırlar, sonunda güzel âkıbet onların olur.

Size ne emrediyor, diye sordum. Yalnız Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara tapmaktan nehyettiğini, kezâ namazı, doğruluğu, iffet ve nâmusu emrettiğini söyledin.

Eğer bu dediklerin doğru ise O zât, çok yakın bir zamanda şu ayaklarımın bastığı yerlere bile hâkim olacaktır. Zâten ben bu Peygamber’in zuhûr edeceğini bilirdim, fakat siz­den olacağını tahmîn etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görü­şebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.”

Efendimiz’in (s.a.v.) İmparator Heraklius’a Mektubu
Ondan sonra Herakliyüs, Dıhye aracılığıyla Busra emîrine gönderilen ve kendisine iletilen Hazret-i Peygamber’in mektubunu istedi. Mektubu getiren adam, onu Herakliyüs’e verdi. O da okudu. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Romalıların büyüğü Herakliyüs’e!..

Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun! Ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmezsen, (teb’an olan) çiftçilerin günâhı senin boynuna­dır.

«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan baş­kasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki, biz müslümanlarda­nız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”

Ebû Süfyân der ki:

“Herakliyüs diyeceğini dedikten ve mektubun okunması sona erdikten sonra, bir gürültü aldı yürüdü; sesler yükseldi. Bunun üzerine bizi dışarı çıkardılar. Arkadaşlarıma dedim ki:

«–Ebû Kebşe’nin oğlu’nun işi iyice büyüdü. Baksanıza Benî Asfar Melik’i (Herakliyüs) bile O’ndan korkuyor!..» İşte o zamandan beri, O’nun yakında başarıya ula­şacağına olan inancımı hiçbir zaman yitirmedim. Ve sonunda Allâh, bana da İslâm’ı nasîb etti…”

Herakliyüs, cemaatinin ileri gelenlerini huzûruna dâvet etti. Kendine âit sarayların birinde toplandılar. Onlara:

“–Ey Rum cemaati! Ebedî olarak kurtuluşunuza ve şu saltanatınızın bekâsına ne dersiniz?” dedi. (İslâm’a girmelerini teklif etti.) Bunun üzerine, hep birden vahşî eşekler gibi ürküp kapılara koştular. Ancak bütün kapıların kapatılmış olduğunu gördüler. Herakliyüs, çevresindeki devlet erkânının İslâm’a girmeye yanaşmadığını anlayınca onları geri çağırdı ve söylediği sözlerin hakîkatini değiştirerek:

“–Ben, Hıristiyanlık’taki sebat ve kararlılığınızı görmek için sizi imtihân ettim. Sizde gördüğüm bu hâl hoşuma gitti!” dedi. Bunun üzerine, devlet erkânı ona secde ettiler ve ondan memnûn oldular. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, 5-6, Îman 37, Şehâdât 28, Cihâd 102; Müslim, Cihâd 74; Ahmed, I, 262)

Bizans İmparatoru Herakliyüs, önüne kadar gelen İslâm nîmetini bizzat müşâhede edip tam da hakîkati kavramışken, dünyâ menfaatlerinin ağır basması netîcesinde bu büyük fırsatı teperek, ebedî bir devlet ve saâdeti ziyân etti.

2- NECAŞİ’NİN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Allâh Resûlü’nün dâvet mektubunu ve onu getiren Peygamber elçisini en iyi karşılayan, Habeş Necâşî’si oldu. Hz. Amr bin Ümeyye vâsıtasıyla Necâşî’ye ulaşan mektupta İslâm’a dâvetle birlikte Hazret-i Meryem ve Hazret-i Îsâ hakkında da kısa bir mâlumat bulunmaktaydı. İslâm’ı daha önce Habeşistan’a hicret etmiş bulunan Müslümanlardan az-çok öğrenmiş olup bu hususta baştan beri müsbet bir tavır sergileyen Necâşî, bu dâvet mektubuyla îmân ufuklarına kanat açtı. O sırada yanında bulunan Ebû Tâlib’in büyük oğlu Hazret-i Câfer’in huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Sonra Resûlullâh’ın arzusu sebebiyle oradaki muhâcirleri de iki gemiye bindi­rerek gönderdi. Ayrıca Hazret-i Peygamber’e, îmân ettiğini bildiren bir mektup yolladı. Mektup şöyledir:

“Allâh’ın Resûlü Muhammed’e Necâşî tarafından.

Yâ Resûlallâh! Selâm Sana olsun, Allâh’ın rahmet ve bereketi de üzerine olsun! Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allâh, beni İslâm’a hidâyet etti.

Yâ Resûlallâh! Hazret-i Îsâ’nın durumunu zikrettiğiniz mektubunuz bana ulaştı. Yerin ve göğün Rabbine yemin ederim ki, Hazret-i Îsâ da kendi hakkında zikrettiğiniz şeylerden fazla bir şey söylememiştir. O’nun teblîğâtı da hep buyurduğunuz gibidir. Bize teblîğe memur olduğunuz İslâm’ın esaslarını öğrendik. Amcanın oğlu (Câfer-i Tayyâr) ile diyârımıza hicret eden ashâbını misâfir ettik. Ben şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Resûlü’sün. Sözünde sâdıksın. Haksın ve musaddaksın (tasdîk edilmişsin).

Yâ Resûlallâh! Ben Sana, Sen’in temsilcin olan amcaoğlunun vâsıtasıyla bey’at et­tim. Onun önünde Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum. Sana, oğlum Erhâ’yı gön­deriyorum. Sâdece kendime mâlikim, eğer Sana gelmemi istersen ey Allâh’ın Resûlü, he­men gelirim. Ben şehâdet ederim ki, söylediklerin haktır. Ey Allâh’ın Resûlü, Sana selâm olsun!..” (İbn-i Sa’d, I, 259; İbn-i Kayyım, III, 689; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 100, 104-105)

3- MUKAVKIS’IN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Resûlullâh yine bir gün:

“–Ey insanlar! Ecir ve sevâbını Allâh’tan bekleyerek şu mektubu İskenderiye Mukavkısı’na hanginiz götürür?” diye sorunca, Hazret-i Hâtıb bin Ebî Beltaa fırlayıp kalktı ve Efendimiz’in huzûruna vardı:

“–Yâ Resûlallâh! Ben götürürüm.” dedi. Allâh Resûlü:

“–Ey Hâtıb! Allâh bu vazîfeyi senin hakkında mübârek kılsın!” buyurdu.

Efendimiz’in (s.a.v.) Mukavkıs’a Mektubu
Hâtıb, Efendimiz’in mektubunu İskenderiye Mukavkısı’na götürdü. Mektupta şöyle yazıyordu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a. Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara selâm olsun.

Seni İslâm’a dâvet ediyorum. Müslüman ol, selâmeti bul da Allâh sana ecir ve mükâfâtını iki kat versin. Eğer bu dâvetimi kabûl etmezsen Kıbtîlerin günâhı senin boynuna olur.

«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan baş­kasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki biz müslümanlarda­nız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”

Peygamber Efendimiz’in mektubu okununca Mukavkıs, Hâtıb’ı yanına çağırıp din adamlarını da topladı. Hâdisenin devâmını Hâtıb şöyle anlatıyor:

Mukavkıs bana:

“–Anlamak istediğim bâzı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.” dedi. Kendisine:

“–Buyrunuz, konuşalım.” dedim. Mukavkıs:

“–Senin Efendin peygamber değil midir?” diye sordu.

“–Evet, O, Allâh’ın Resûlü’dür.” dedim.

“–O gerçekten böyle bir peygamber ise kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin Allâh’a duâ etmedi?” diye sorunca, ona:

“–Sen, Îsâ bin Meryem’in Allâh’ın bir peygamberi olduğuna şehâdet edersin değil mi? O gerçekten peygamber olduğuna göre, kavmi onu yakalayıp asmak istedikleri zaman, kendisini dünyâ semâsına kaldırıp yükselteceğine, kavmini helâk etmesi için Allâh’a duâ etse olmaz mıydı?” dedim.

Mukavkıs söyleyecek söz bulamadı. Bir müddet sustuktan sonra:

“–Sözünü tekrarla!” dedi. Tekrarladım. Mukavkıs yine sustu. Sonra da:

“–Güzel söyledin. Sen bir hakîmsin, yerli yerince konuşuyorsun ve hakîm olanın da yanından geliyorsun.” dedi. Ben de bunun ardından Mukavkıs’a:

“–Senden önce burada bir adam, kendisinin en yüce ilâh olduğunu iddiâ etmişti. Allâh Teâlâ o Firavun’u dünyâ ve âhiret azâbıyla yakalayıp cezâlandırdı. Sen, kendinden öncekilerden ibret al da başkalarına ibret olma!”dedim. Mukavkıs:

“–Bizim bir dînimiz vardır, daha hayırlısını görmedikçe onu bırakmayız!” dedi. Ben de:

“–İslâm, senin bağlı bulunduğun dinden kesinlikle daha üstündür! Biz seni, Allâh Teâla’nın insanlara dîn olarak seçtiği İslâm’a dâvet ediyoruz. Hazret-i Muhammed Mustafâ, sâdece seni değil bütün insanları dâvet ediyor. Onlardan kendisine karşı en katı ve kaba davrananlar Kureyşliler oldu. O’na karşı en çok düşmanlığı da Yahûdîler yaptılar. İnsanlardan en çok yakınlık gösterenler ise Hıristiyanlar oldu. Hazret-i Mûsâ, nasıl ki Hazret-i Îsâ’yı müjdelemiş ise, o da Hazret-i Muhammed’i müjdelemiştir. Bizim seni Kur’ân’a dâvetimiz, senin Tevrât’a bağlı olanları İncîl’e dâvetin gibidir. Her insan kendi zamânında gelen peygambere ümmet olmak durumundadır. Sen de Hazret-i Muhammed’in dönemine yetişenlerdensin. Dolayısıyla biz seni İslâm’a dâvet etmekle Hazret-i Îsâ’nın dîninden uzaklaştırmış olmuyoruz. Bilâkis onun risâletine uygun amel etmeni teklif etmiş oluyoruz.” dedim. Mukavkıs:

“–Ben bu peygamberin dînini inceledim. Gördüm ki, onda ne dünyâdan el etek çekilmesi emrediliyor ne de mergûb ve makbûl şeyler yasaklanıyor. O ne yolunu şaşırmış bir sihirbaz ne de gâipten haber aldığını iddiâ eden bir yalancıdır. Bilâkis kendisinde gâibi keşfedip haber vermek gibi peygamberlik alâmetleri vardır. Buna rağmen biraz daha düşünmek isterim.” dedi.

Mukavkıs’ın Peygamber Efendimiz’e Yazdığı Mektup
Daha sonra da Peygamber Efendimiz’in mektubuna şöyle bir cevap yazdırdı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Muhammed bin Abdullâh’a, Mukavkıs’tan.

Sana selâm olsun! Mektubunu okudum. Zikrettiğin ve beni dâvet ettiğin şeyleri anladım. Bir peygamber daha geleceğini biliyor, fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Elçini ağırladım. Sana Kıbtîler katında mevkîleri yüksek iki câriye ile elbiseler gönderiyorum. Binmen için Sana bir de katır hediye ediyorum. Sana selâm olsun!”

Mukavkıs, ne bundan fazla bir şey yaptı ne de Müslüman oldu. Bana da: “Sakın hâ! Kıbtîler senin ağzından tek bir kelime bile işitmesinler!” diye tembihte bulundu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 266-267; İbn-i Sa’d, I, 260-261; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 530-531)

Görüldüğü gibi Mukavkıs, Allâh Resûlü’nün dâvetini hoş karşıladı. O, son bir pey­gamber daha çıkacağını biliyordu, fakat onun Şam mevkiinden zuhûr edeceğini zannedi­yordu. Bu zan, kendisinin hakîkate tâbî olmasına perde oldu ve Mukavkıs, îmân edemedi. Ancak mektubu getiren Hâtıb ile çeşitli hediyeler, bir binek ve iki de câ­riye (Hazret-i Mâriye ile kardeşi Sîrin’i) gönderdi.

Hazret-i Hâtıb, yolda bu iki kardeşe İslâm’ı anlattı ve onları Müslüman olmaya teşvîk etti. Onlar da îmân ile şereflendiler.Böylece daha Medîne’ye varmadan ebedî hakîkati idrâk ettiler.

Hazret-i Hâtıb, Mukavkıs’ın sözlerini bildirdiğinde Resûlullâh:

“Yaramaz adam, saltanatına kıyamadı! Esirgediği saltanatı ise kendisinde kalmayacaktır!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 260-261; Diyârbekrî, II, 38)

Allâh Resûlü, câriye Sîrin’i Hassân bin Sâbit’e, Hazret-i Mâriye’yi de kendisine nikâhlamıştır ki, oğlu İbrâhîm bu hanımındandır. Hazret-i Peygamber’in murâd-ı ilâhî ile gerçek­leştirdiği bu evliliğin de birçok siyâsî fâideleri görülmüştür. Nitekim bu durum, Mısırlılar üze­rinde çok müsbet bir tesir bırakmış, sonraki yıllarda yapılan İslâm-Bizans savaşlarında, Mısırlılar Bizanslıları yalnız bırakarak İslâm ordusunun zafere daha emîn bir şekilde yürümesine vesîle olmuşlardır.

Resûlullâh, akrabâya muâmelenin güzel bir misâlini sergileyerek ashâbına şöyle buyurmuştur:

“Siz kırât denen bir ölçü biriminin kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zîrâ onlarla bir neseb, bir de sıhriyet akrabâlığımız vardır.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 226-227)

Mâlum olduğu üzere, Allâh Resûlü’nün nesebi Hazret-i İsmâîl’e dayanmaktadır. Hazret-i İsmâîl’in annesi Hazret-i Hâcer Mısırlı olduğu için Âlemlerin Efendisi Mısırlıları akrabâ saymaktadır. Sıhriyet ise Mâriye vâlidemizden gelmektedir.

4- YEMEN EMİRİNİN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Resûlullâh, gönderdiği elçilere dikkat etmeleri gereken hususlara dâir mühim tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ Allâh Resûlü, Himyer’de bulunan bâzı kimselere bir mektup yazmıştı. Mektubu Hazret-i Iyâş ile gönderirken ona şu tavsiyelerde bulundu:

“Oraya vardığın zaman geceleyin girme, sabah olmasını bekle. Sonra en güzel şekilde abdestini al, iki rekât namaz kıl. Seni muvaffak kılması ve hüsn-i kabûl görmen için Allâh Teâlâ’ya duâ et. Daha sonra güzelce hazırlık yap, mektubumu sağ eline al ve onu sağ elinle onların sağ eline ver. Böyle yaparsan onlar seni kabûl edeceklerdir…”

Hazret-i Iyâş şöyle der:

“Resûlullâh’ın emrettiği gibi yaptım, İslâm’ı kabûl ettiler. Daha sonraki hâdiseler de Allâh Resûlü’nün bildirdiği gibi tahakkuk etti.” (İbn-i Sa’d, I, 282-283)

Bu dâvetler, Medîne’den bütün cihânı kucaklamaya doğru İslâm’ın ilk adımları ol­muştu. Bunun yanında Arap Yarımadası’nda canlanan İslâm, her geçen gün yayıl­maya devâm etti. Zîrâ büyük zaferlerin sağlam temelleri, bizzat Hazret-i Peygamber’in mübârek elleriyle atılmaktaydı.

Not: Ayrıca Peygamber Efendimiz, Umman ve Bahreyn krallarına da İslam’a davet mektupları göndermiş ve bu hükümdarların İslam ile şereflenmelerine vesile olmuştur.

İşte bu dört misal gibi Bediüzzaman bu asırda Efendimiz (asv)’a ittibaen ehl-i kitabı her fırsatta din-i mubin-i islam’a davet etmiştir. O’nun talebelerinin vesilesiyle Uzak Doğu’dan, Asya’ya, Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar on binlerce insan müslüman olmuş, Afrika’da kabileler, köyler, kasabalar toplu halde islamiyet ile tanışmış ve ihtida etmişlerdir.
Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği ALTHENAGORAS ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.
O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince Bediüzzaman:

“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş. Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır. Ezcümle Merhum Ahmet Aytimur Ağabey bu hadiseyi anlatmıştır.
Nitekim aynı ma’nada olarak 22 şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı. Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.
29 Ocak 1950 tarihinde Selahaddin Çelebi Ağabey Hz. Üstad’a yazmış oldukları bir mektubunda şunları da aktarmıştır;
“Camiü’l Ezher’e, Pakistan Sefirine, Roma Vatikan’da Papa’ya birer ZÜLFİKAR MECMUASI hediye edilecektir.” Abdurrahman Selahaddin Çelebi.
Daha sonra eserler Vatikan’a ulaşınca Papa’lıktan gelen cevabi teşekkür mektubunu Hz. Üstad bizzat Emirdağ Lahikasına dahil etmiştir!

Papalık Makam-ı Âlîsi
Kalem-i Mahsusu
Başkitabet Dairesi
Numara: 232247
Vatikan
22 Şubat 1951

Efendim!
Zülfikar nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenâb-ı Hakkın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.

İmza

Vatikan Bayn Başkâtibi
(Emirdağ Lâhikası 2/65)
Peki ZÜLFİKAR MECMUASI hangi bahisler ve kısımları ihtiva eder?
“Bu mecmua üç makam ve bir hatimedir. Birinci Makamı: On Dokuzuncu Mektup, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi ve Zeyilleri. İkinci Makamı: Onuncu Söz, Haşir Risalesi ve Zeyilleri. Üçüncü Makamı: Yirmi Beşinci Söz,  Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi ve Zeyilleri. Hatimesinde Hizb-i Nuriye ile Risale-i Nur hakkında bir mektup vardır.”
Binaenaleyh kitap tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet gibi makasıd-ı Kur’aniyenin tamamını ihtiva eden bir eserdir. Hakikat-ı İslamiyeyi bitamamiha tebliğe vesile bir eserdir. Tam münasib ve muvafıktır. Muktezay-ı hale tam mutabık bir vesile-i tebliğ olmuştur. Hz. Nur Üstadımızın bu irtibatı katiyyen birilerinin diyalog zırvalarıyla karıştırılmamalıdır. Vesselam..

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )